V. MARKSİZM VE DİN Şimdiye kadar bütün gördüklerimiz, nesnel idealizmin en yaygın biçimi olan dinsel biçimin kararsızlığını ölçmemizi olanaklı kılar. Örneğin hıristiyan dininin, dünyayı açıklamak için, yaratıcı bir tanrının, sonsuz ve tükenmez bir ruhun müdahalesine gereklilik getirdiği bilinir. Şimdi bu gerekliliğin neye dayandığını görelim: a) idealizme göre madde edilgin ve durağandır: o halde hareketini ruhtan alması gerekir; b) idealizme göre, madde, kendinde hiçbir doğal zorunluluk taşımaz, hiçbir birliğe sahip değildir: şu halde, bir ruhun, maddenin yasalarına sürekli ve değişmez bir şekilde konması gerekir; c) idealizme göre, madde, tarihsel bir gelişme sürecine hiç de bağlanmış değildir: öyleyse, dünyanın bir başlangıcı vardır, bir de sonu olacaktır, o halde sonsuz bir varlık tarafından yaratılmış olması gerekir. Materyalizme göre, tersine, maddenin, iç ve zorunlu gelişme halinde kavranışı doğal olarak kesintisiz dönüşen evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği tezine, maddenin yokedilmez ve yaratılmamış olduğu olumlaması sonucuna götürür. Diderot, dünyanın, maddenin sonsuzluğunun anlaşılmaz bir şey olacağını ileri sürerek, birincisinden daha da anlaşılmaz olan bir sonsuzlukla açıklanmamasını istiyordu. Diderot’dan beri bilimsel buluşlar, yaratıcılığın (creationnisme) durumunu daha da sarsmıştır. 18.yüzyılın başında, Kant güneş sisteminin evrimi üstüne ünlü varsayımını formüle ediyor, Laplace da onu yeniden bilimsel olarak ele alıyor ve onun sisteminde tanrıyı hiç görmediğinden yakınan Napoleon’u, sükunetle, “Aziz efendim! Bu varsayıma gereksinme duymadım.” diye yanıtlıyordu. Lyell’in, yeryüzünün evrimi alanındaki buluşları; Lamarck ve özellikle Darwin’in canlı türlerin evrimi alanındaki buluşları, genel evrim teorisini kesin olarak kurdular ve bu tarihsel evren anlayışının eksik olduğu eski materyalizmin çok geride bırakılmasını sağladılar. Bu tarih anlayışından yoksun oluş, eski materyalizmin sınırlamalarının ve kaçınılmaz kısırlıklarının ikincisiydi.Ensonu, Marx ve Engels’in toplumlar bilimi alanındaki buluşları, bu köklü tarih anlayışını, toplum yaşamının bütün olaylarına yaydılar, ve insan toplumunu doğal tarihin bir süreci olarak değerlendiremeyen eski materyalizmi tasfiye ettiler.Lenin’in aktardığı gibi,“... dünya bir’dir, ne bir tanrı tarafından, ne de bir insan tarafından yaratıldı; belirli yasalara göre parlayıp güçlenen ve sönen, her zaman için sonsuza kadar, canlı bir alevdi, alevdir, ve alev olacaktır” diyen ilkçağ filozofu Herakleitos’un materyalist görüşü, demek ki, “diyalektik materyalizm ilkelerinin üstün bir açıklamasıdır”. Diyalektik materyalizmin ortaya çıkışı, dinin ve tanrıbilimin eleştirisini kökten değiştirdi. Eskiden rasyonalist filozoflar hıristiyan tanrısı üstüne eleştirilerini, böyle bir kavramın sürüklediği sayısız tutarsızlıkları göstererek geliştiriyorlardı: bir saf ruh, nasıl maddeyi oluşturabilir? Zamandan, oluştan, değişiklikten bağımsız, hareketsiz bir sonsuzluğun dibinde, değişmez bir varlık, nasıl zamanın verili bir anında dünyayı yaratabilir? “İyi”liği sınırsız olan bir varlık, nasıl ucubeleri, canavarları, zararlı hayvanları, yersarsıntılarını ve Apokalips’in üç kara atlısıyla simgelenen kötülükleri; savaş, kıtlık ve salgınları yaratabilir? Tanrı ki her şeye kadirdir, güçlüdür, 2 kere 2’yi 5 ettirrneli ve doğruyu yanlış yapabilmeli değil miydi? Eğer bunu yapamıyorsa, o zaman her şeye muktedir midir? Ve eğer tanrı, en üstün derecede, tanrısalca eksiksiz ve yetkin ise, adaletsizliği cezalandıramaz mı? Ama eğer en üstün derecede iyi ise şefaatçi olmayabilir mi? Ve adaletsiz olmayabilir mi vb., vb.. Kısaca, rasyonalist eleştiri, haklı olarak, tanrı kavramının taşıdığı bütün olanaksızlıkları, tanrı kavramının içinde sakladığı, bununla birlikte tanrıbilimin (theologie) kabul ettiği ve açıklamak için de, yaratık bakımından nüfuz edilmez olan tanrısal “giz”e başvurduğu bütün “çelişkiler”i ve sözde ilk günah fikrine şekil vermek için gerekli bütün şeytanlıkları ortaya çıkarttı. Demek ki, rasyonalist idealist filozoflar, hıristiyan dininin tanrı kavramını yeniden gözden geçirmeye koyuldular: öyle kavramlar ileri sürdüler ki, hepsi birbirinden daha olanaksız olan bu kavramlar, her ne kadar öncekiler yenilmiş görünüyorlardıysa da, yeni güçlükler doğurdular. Marksizmöncesi materyalistlere gelince, onlar, daha yukarda belirtilen bütün güçlüklere, yani yaşamın ve düşüncenin açıklanmasına, dünyanın oluşunun açıklanmasına, hastalık, ölüm, açlık, kıtlık, savaş gibi insanlığa malolan bütün kötülüklerle birlikte toplumsal olayların ve doğanın çelişkilerinin açıklanmasına takılıp kaldılar. Diyalektik materyalizm, bu güçlükleri ortadan kaldırdı ve daha önce diyalektikçi olmayan rasyonalistlerin sarsmış oldukları tanrı kavramı, bu kez, bütün içeriğini yitirdi. Kaba, marksist olmayan tanrıtanımazlığın doğurduğu tanrının varoluşu ya da varolmayışı tartışması, Laplace’in dediği gibi, tanrı yararsız bir varsayım haline geldi, sözleriyle son buldu. Tanrının varlığı “soruna”nun yerini, insanların kafalarındaki tanrı fikrinin varlığı sorunu aldı, nesnel idealizm, bu iki sorunu birbirine karıştırıyordu. Tanrı fikrinin, dinsel duyguların ve dinin varlığı bir olgudur ve bu olgu bir açıklama gerektirir. İnsanın, aynı zamanda, hem doğal hem doğaüstü, hem ölümlü hem ölümsüz, hem bu dünyada hem de ötekinde yaşayan bir “tanrısal” varlık olması şöyle dursun, “tanrı” da, din de, insanlara ilişkin bir olaydır demek gerekir: tanrısal olan, insanın yarattığı bir şeydir, ve insan, tanrısal olanın yarattığı bir şey değil. Voltaire, daha o zaman, dinlerden sözederken, “eğer tanrı insanı yaratmış idiyse de, insan bu iyiliğin altında kalmamış borcunu fazlasıyla ödemiştir” diyordu. Alman materyalisti Feuerbach din olayının eleştirisini, bu açıdan ele aldı. Ama, kesin açıklama unsurlarını getiren marksizmdir. İşte onun ilkeleri: 1. Dinin alt biçimleri, büyüye dayanan uygulamalar, doğal ve toplumsal olayların ilkel bir şekilde idealistçe açıklanması, keza aynı şekilde felsefi ve ahlaki görüşler, sofuca yakarışlar ve kurban vermeler gibi, “ruhanileştirilmiş” büyüye dayanan ibadet biçimleri taşıyan daha gelişmiş biçimler de, duygular planında ve düşünce planında, insan pratiğinin gerçek olan bir verisini, yani onun, insanoğlunun insanlığın başlangıcında çok büyük olan göreli güçsüzlüğünü, ne anlayabildiği ne de egemen olabildiği doğa karşısındaki güçsüzlüğünü, üretimin zayıf gelişmesine bağlı olan güçsüzlüğünü, sınıf baskısına, perspektiflerden yoksun oluşuna, toplumsal bilincin zayıflığına bağlı olan, ne anlayabildiği, ne de hükmedebildiği toplumsal olaylar karşısındaki güçsüzlüğünü ifade eder, anlatır ve yansıtırlar. Herkes bilir ki, dinsel uygulamalardan, iyi olan sonucu sağlamaları, “işlerde başarı” dahil, başarıyı, hasma karşı zaferi, sonsuz mutluluğu vb. sağlamaları beklenir. Şu halde din, insanlar için amaçlarına varmanın bir aracı olarak, mutsuzluğun nedenlerini bilmemesine bağlı, aynı zamanda, mutluluğa karşı duyulan belirsiz, bulanık özleme bağlı bir uygulama gibi ortaya çıkıyor. Ama din, böylece, pratiğin verilerini yansıtıyorsa, onları tersine olarak, nesnel verilere göre değil de öznel verilere, düşlerin görüntülerine, bilisizliğin kurbanı olan insanın düşüncesinin arzularına göre yansıtır. “Tanrı” ,örneğin, yüce kurtarıcı, yetkinliklerin yetkinliği (kemallerin kemali) oluyor. Bizzat “tanrı” fikri içindeki, ortaya koymuş olduğumuz çelişkiler, insanın kafasında kurduğu “salt yetkinlik” “salt bilgi” “sonsuz mutluluk” fikirlerinin iç çelişkilerini, yani insanın, gerçek dünyanın çelişkilerini ve bilgisizliği içinde tasarladığı gerçekliği olmayan (fantastique) istekleri tersyüz ederek içine yerleştirdiği gerçeksiz ve metafizik fikirlerin iç çelişkilerini ifade etmekten başka bir şey yapmazlar. Tanrı fikri, aynı zamanda metafizik, salt, çözülmez çelişkiler haline gelen bütün bu çelişkileri bir tek demet halinde özetlemek, biraraya yığmak ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildir. Böylece, din, diyalektik materyalist bilimin tam karşıtıdır; diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini, tersyüz etmeden, doğru olarak, aslına sadık kalarak, yabancı, imgesel, gerçek olmayan bir şey katmadan yansıtır. Engels’in dediği gibi dinin kökleri, “yabanıllık (vahşet) çağının kısıtlı ve bilisiz kavrayışlarındadır.’’ 2. Bununla birlikte, dini incelemek için ikinci bir olguyu da hesaba katmak gerekir, çünkü, din, bilgisizlikten doğduğundan, bilimsel açıklamaların yerine imgesel açıklamaları koyduğu ölçüde, büyük bir bölümüyle, gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam şu ya da bu biçimde, ilke olarak, şeytan işi saydığı bilime düşmandır. Bu özellik, kendi sömürülerini yığınların gözünden gizlemekte çıkarı olan sömürücü sınıflar tarafından, daha önceki dersimizde kaydettiğimiz gibi, sonuna kadar kullanılmaktan geri kalmıyordu. Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için yığınların edilgenliğine, eylemsizliğine, onların tevekkülüne, yumuşakbaşlılığına, mutsuzluğun kaderde yazılı olduğu inancına muhtaçtırlar, ama, aynı zamanda, yığınların mutluluk umutlarının öteki dünyaya doğru çevrilmesi gerekir: geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen yığınlara yeryüzündeki “fedakarlıklarının” ödülü olarak sunulmuştur. Böylece, ilkin, antikçağda aman vermez bir alınyazısı olarak tasarlanan ruhun (âme) ölümsüzlüğü, öteki dünyada kurtuluş umuduna dönüşmüştür. Ta en eski zamanlarda, bilgili-görgülü yönetici sınıflar, yığınlar üzerindeki etkisini sürdürdükleri aldatmacaların bir sözcüğüne bile inanmazlarken, dinden, “düzenin korunmasının” ideolojik kuvveti olarak, Marx’ın formüle ettiği gibi halkın afyonu olarak yararlanılmıştı. Daha eski Mısır rahipleri, tanrıların heykellerini kendi kendilerine hareket ettirerek mucizeler “imal ediyorlardı”; Romalılar, “iki kahinin gülmeden birbirine bakamayacaklarını” temin ediyorlardı ve Ciceron, dinin, kadınlar ve kölelere göre olduğunu bildiriyordu. Eski Düzenin gerici feodalleri, bilimdeki ilerlemeleri yavaşlatmaya çalışmak için dinden yararlandılar; tıbbi araştırmaları, cerrahlığı yasak ettirdiler. Dünyanın, alemin merkezi olmağını savunmuş olduğu için Galilei’yi mahkum ettirdiler. 20. yüzyılda bile, çarların Rusyası’nda, Miçurin, çarlık polisine, kutsal şeylere saygısızlık eden bir adam olarak ihbar edilmişti: Miçurin, bitki türlerine çaprazlamayı uyguluyordu. 18. yüzyıl Fransız materyalizmi ile dine çok kuvvetli darbeler indirildi. Bununla birlikte, ülkemizde [Fransa’da -ç.] bir sürü gerici siyasal önlemlerle devrimin hemen ertesinde ve bütün 19. yüzyıl boyunca, özellikle, Birinci İmparatorluğun düşüşünden sonra, 48 Haziranından sonra, Paris Komününden sonra ve Vichy düzeni sırasında, din yeniden ihya edildi. Sözde mucizelerin sahneye konuşu, sömürgeciliğin yöntemlerinden biri oldu. Teorik plan üzerinde, dinin felsefi içeriği kesin bir yenilgiye uğradığı halde, bu siyasal kullanımı 1789 Devriminin çağdaşı Kant tarafından kusursuz bir biçimde ortaya konmuştur. Ona göre tanrının varlığı tanıtlanamaz. Bununla birlikte onu “kabul etmek” gerekir, çünkü, bu fikir olmasa, her şey mubah olurdu, artık büyük adalet koruyucusu olmazdı, ıssı artık gökyüzünün jandarması, artık bir ödül ve ceza güvencesi kalmazdı, “doğru” olan cesaretini yitirir, “kötü” olan cesaret bulurdu, kısaca burjuva düzen tehlikeye düşerdi. Şu halde, “tanrı", doğrudan doğruya karşıdevrimci bir silahtır; hatta onun varlığından teorik olarak emin olmak bile gerekli değildir, onu, pratik olarak ve yararı bakımından kabul etmek yeterlidir. Burjuvazinin din konusunda değişmez uygulaması bu değil midir? Ve bu, dinsel idealizmin teorik bakımdan tam başarısızlıklarının en güzel bir tanıtıdır, değil mi? Sosyalizmin tarihsel zaferi, gerici sınıfların egemenliğine son verdi. Sınıfların hizmetinde ideolojik bir güç olarak din,böylece toplumsal temelini yitirdi. Ama daha bir zaman, insanların bilincinde geçmişten arta kalan bir şey olarak varlığını sürdürüyor. Onun için, sosyalist düzende, bilimle din arasında, bilgisizlikle bilgi arasında teorik bir savaşım sürmektedir. Mademki, bilgi savaşım ile ilerler, bu savaşım bilgi sürecinin bir yönüdür. SSCB’de vicdan özgürlüğü ilkesinin içeriği böyledir. VI. VARGI Bu dersten, dünyanın maddiliği hakkında bir fikir ortaya çıkıyor: günümüzde diyalektik materyalizm, devrimci olan tek görüştür. Eğer,“tanrı” ya da “Ruh” vb., boş bir kavram, insanlığın geçmişteki bütün bilgisizliklerinin simgesi ise, Enternasyonalin deyimiyle, “hiç de yüce kurtarıcı değildir.” İnsan, ancak kendi kendinden ve bu yeryüzündeki yaşamdan bir şeyler bekleyebilir, ve işte tam diyalektik materyalizmdir ki, insana “dünyayı olduğu gibi” , tersyüz olarak değil, doğru yüzüyle görmeyi öğretir. Materyalizm, insanı ezmek şöyle dursun, insana, “kader”diye,“alınyazısı” diye bir şey olmadığını, gerçeğin bilimsel olarak bilinmesiyle, tanınmasıyla durumunu değiştirebileceğini, yeni bir yaşama geçebileceğini, yaşamın mutluluklarını tadabileceğini haber veriyor. Yunan materyelisti Epiküros’un öğrettiği gibi, materyalizm, binlerce yıldan beri boş inanlara dayanan bir tanrı gazabı korkusuyla ezilen insan bilincini kurtarır; ve biz de ekleyelim: boşinanlara dayanan devlet korkusu, “ulu tanrı”nın sözde iradelerinin cisimleşmesi olan “kurulu düzen” korkusu ile ezilen insan bilincini özgür kılar. Marx’ın işaret ettiği gibi, materyalizm, insanı sosyalizme götürür. Petain’in iddiasının tersine, hiçbir şey, hiçbir şeyin kefareti değildir. Hiçbir şey mukadder değildir. Hiçbir şey “yazılmış” değildir. Hareket halindeki maddeden başka hiçbir şey sonsuz değildir. Nasıl ki, hastalıklar bilimi onların nedenleriyle savaşarak hastalıklarla savaşmayı sağlarsa, savaş nedenlerinin bilimi de savaşla savaşmayı sağlar. Kuşkuya yer vermeyecek bir biçimde, zorunlu olarak, savaşları doğuran nedenler daha iyi tanındıkça, savaşlara karşı daha etkili olarak savaşmak için daha iyi silahlanılmış olunur. Şu halde, savaş, hiç de alna yazılı değildir. Materyalizm, edilgenliği, tevekkülü, boyun eğmeyi yaratmak değildir, bir eylem çağrısıdır; olanaklı olanın kesinlikle bilinmesine, insanın gerçek (effectif) gücü nün saptanmasına olanak sağlar. İşte özgürlük budur: gürültü koparan cafcaflı bir bildiri değil, kendini ortaya koyan bir güçtür. ( Georges Politzer , Felsefenin Temel İlkeleri s.183-190 )

|