“Ve o gün geldiğinde,” dedi Kolodir üzerinde güneşin alçaldığı ufka gözlerini dikmiş, “dağın yanında yaklaşık beş bin asker bekliyorduk. Şehir halkı da Anis Dağı’nın önündeki düzlükte bekliyordu. Hepimizin gözü ‘Seçilmiş’ ve peşine takılanların gelmesi beklenen yöndeydi. Gündoğumundan güneşin en tepeye vardığı saate kadar buradaydık ve kızgın güneş ortalığı kavuruyordu. Komutan Bran oldukça endişeliydi.” “Endişeli olmak onun doğasıdır zaten,” dedi İmparator, “onu boşver sadede gel.” “Sonra efendim, güney tarafında insanlar görünmeye başladı. Uzaktan insan değil de bir karaltı ya da nasıl desem bir karınca sürüsünü andırıyorlardı. Bu kadar kalabalık olacaklarını tahmin etmemiştim. Dağa doğru yaklaşan sonu gelmeyen bir karınca sürüsü gibiydiler önce. Sonra onu gördüm: En önde elinde asasıyla yürüyen beyaz harmaniler içindeki esmer sakallı adamı. Yaşlı, genç, çoluk çocuk, kadın-erkek, peşine takılanlar çölün tozuna bulanmış çölün rengini almış perişan bir haldeydi de yalnızca o bembeyaz harmanisi içinde güneş gibi parlıyordu.” “Tanrılar aşkına Kolodir! Akademide edebiyat derslerini kaldırmayı düşünmeye başlıyorum artık. Şu ejderhaya ne zaman geleceğiz söylesene.” “Peki efendim, kısa keseceğim…” Bu kavuran güneşin altında çölden gelen binlerce insanı hayretle izliyordu Kolodir. Yüzlerce kilometrelik bu yolu bu sıcakta nasıl gelebilmişti bu kadar yaya insan. Hepsinin yorgunluğu, açlığı hatta susuzluğu yüzlerce metre uzaktan belli oluyordu. Aralarında güç bela yürüyen yaşlılardan tutun da bebeği memesinde kadınlara değin her çeşit insan vardı ve hepsi büyülenmiş gibi peşinden gelmişti bu ne olduğu belirsiz adamın. Bu adam ne demişti de bu kadar insanı peşinden çölleri aştırıp buralara kadar sürüklemişti ya da nasıl bir sezgi onları çölden gelen gizemli bir adamın efsanevi bir ejderhayı uyandıracak adam olduğuna inanabilmişti? Bunları aklı almıyordu Kolodir’in ama sanki bir haleyle korunuyormuş gibi kimsenin beş metreden fazla yaklaşmadığı bu adamın yürüyüşünde duruşunda bir şey vardı: Bir mağrurluk değil bir kibir değil kendinden ya da Tanrıdan emin bir duruş belki de. Çölden gelen kalabalık ve önlerindeki asasıyla çevresine hiç aldırmazmış gibi yürüyen bu adam yerli halka yaklaştıkça halk giderek yükselen bir sesle “Hisem! Hisem!” diye bağırmaya başladı. Sion dilinde “seçilmiş” demekti bu. “Lanet olsun,” dedi Kolodir’in yanında atında duran Bran, “bunun sonu hiç iyi gelmeyecek. Bu kadar insanın hayal kırıklığının nereye varacağını Tanrı bilir! Lanet bir şarlatanın yüzünden çoluk çocuk boğazlamak zorunda kalmayız umarım.” ‘Seçilmiş’, çölün kızgın kumlarında yalın ayak yaklaştıkça kalabalığa bekleyenlerin de gelenlerin de coşkusu artıyordu. Bu sırada garip bir şey yaşandı. Ordudan onlarca kişi zırhlarından soyunup silahlarını yere bırakıp yerel halka doğru koşmaya başladılar. Bunlar aslen Noisli olan askerlerdi ve aralarında Saran da vardı. Gitmemelerini emreden komutanlarını duymaz olmuş “Hisem! Hisem!” naralarıyla Anis dağının önündeki düzlükteki halka karışmaya başlamışlardı. Nihayet çölden gelen insanlarla yerel halk birleştiğinde Hisem Anis tepesine yürümeye devam etti. Halk onun önünde açılıp secdeye varıyordu. Kalabalığın içinden denizi yarar gibi geçiyordu. Bu arada yerel halk yeni gelenlere su ve ekmek veriyordu. Himes, tepenin yamacına yaklaştıkça kalabalık sessizleşmeye başladı. En sonunda beyaz harmanili adam çölün kumullarının bitip Anis Dağı’nın birden başladığı kayalık yamacına vardığında bütün çölde her şey susmuş gibiydi. Kolodir, işleri bu noktaya vardıran adama neler olacağını merak ediyordu doğrusu. Bunca insana umut verip hayallerini yıktığı için bir peygamberden bir haine dönüşüp parçalanacaktı büyük ihtimalle. Oysa ‘Hisem’ öyle sakin ve rahat görünüyordu ki sanki çevresinde kimse yoktu da Anis Dağı’nın dik yamacıyla kendisi baş başaydı. Adam bir dizini yere dayayıp bir eliyle asasına dayanarak tepeye alnını dayadı. Huşu içinde izlenen adamın dudaklarının kıpırdadığı, bir şeyler fısıldadığı fark ediliyordu. Bütün gözler onun üzerindeydi ve o gözler adamın titreyerek ağladığını hatta gözlerinden yaşlar süzüldüğünü görebiliyorlardı. “Hepsi, buraya kadarmış,” diye bir düşünce geçti Kolodir’in zihninden, “bu kadar insana uzun bir yol boyunca peygamberlik etmeyi tattı ve şimdi kendisini kurtarması için dağa yalvarıyor.” Bu böyle bir dakika mı yarım saat mi sürdü bilinmez. Artık kalabalık ne yapacak diye merak edilirken birden herkesi şaşkınlığa uğratan olaylar başladı. Belli belirsiz bir biçimde yer sarsılmaya başladı önce. Herkes şaşırmıştı. Askerlerin atları huysuzlanıyor; kişniyor, bir arkaya bir öne gidiyor ve kimileri de binicilerini üstlerinden atmak ister gibi şaha kalkıyorlardı. Yerin sarsıntısı giderek artmaya başladığında askerlerin üzerinde oldukları kumullar altlarından çekiliyor gibiydi artık. Bu olanlara dağdan gelen şimşek sesini andıran gürültüler de eklenince güneşin en tepede olduğu çöl sanki okyanusa dönmüş gibiydi. Herkes yer sarsıntısının dehşeti içindeyken yeri göğü inleten bir sesle Anis tepesinin zirvesi patladı. Bu patlamayla etrafa kimisi bir adam büyüklüğünde irili ufaklı taşlar insanların üzerine yağmaya başladı. Tozdan, taş yağmurundan göz gözü görmez olmuştu. Kimse ne kaçabiliyor ne de ayakta durabiliyordu. Kısık gözleriyle tepenin üstüne bakan Kolodir mucizeyi gördü. Devasa bir yaratık doğuyordu dağdan. Nois’in Ejderhasıydı bu. Yarılmış tepeden kanatlı bir yılan gibi sıyrılıp çıktığında bütün bu hengameye rağmen kimse ejderhanın parlak yeşin pullarından gözünü alamıyordu şimdi. Bu sırada Komutan Bran’ın kendisine bağırdığını duydu Kolodir: “Kolodir! Yanına on atlı al ve derhal başkente git! Bütün bu olanları imparatora bildirmelisin. Çabuk ol.” Nereden geldiği bilinmez bir soğukkanlılıkla “Emredersiniz komutanım” diyerek çevresindeki atlılara kendisiyle gelmesi için işaret verip atını çöle doğru koşturmaya başladı Kolodir. Bir yandan atını mahmuzluyor bir yandan da arkasına bakıyordu. Kendisini izleyen atlıların da dehşet içinde yerlerinden fırlamış gözleri arkalarındaydı. Silahsız da olsa halkın askerlere saldırdığını ve ejderhanın üstlerinde uçtuğunu görebiliyordu Kolodir. Bu denli devasa bir gövdenin havada uçabilmesinden daha inanılmazı uçuşunun yere düşen bir kağıt kadar yavaş olmasıydı. “Dünya sona erdi… Dünya sona erdi…” diye kendine kendine sayıklıyordu Kolodir. Bu arada bir anlığına önüne bakıp tekrar bir arkasına baktığında peşindeki atlıların kumullar tarafından yutulduğunu gördü. Dehşet içinde sürmeye devam etti atını. Ardına bile bakmadan ne kadar sürdü atını bilinmez ki geri dönüp baktığında Anis Dağı’nı etrafını kaplamış dumandan ve bu dumanın ardındaki ejderhanın karanlık silüetinden başka bir şey görünmüyordu artık.

|