Bu yazı aslında benim nasıl müzisyen olduğumdan çok
nasıl başka bir dünyaya adapte olduğumla alakalıdır. Olayların tüm temelinde
benim aslında bu konuya ve bu konunun insanlarına o kadar uzak bir dünyam
varmış ki, ben kendi dünyamdaki beni terk edip onların dünyasındaki yeni beni
aramak için verdiğim mücadeleyi ve komik olayları yazıyorum, dikkat ettiğinizde
yakalayacaksınız her olaydaki hep aynı olan nüansları.
Sevgili abim Yasin
Kara’ya itafen.
Ve farkında olmadan
beni bu yola iktiren beşik dostum Safa Kaylı’ya.
Artık
hayatım anlamlanıyordu. Ergenlik çağında manalı koşturmaların ilkleri başlar.
Herkes kendine uğraşı az buçuk o dönemlerde bulur. Benimde kafamda
şekilleniyordu artık bir takım şeyler.
Benim ailem
arkadaşları ile her hafta sonu birbirlerine misafirliğe giderdi. Bu bizim
İzmir’deki yaşantımızın vazgeçilmez adetlerindendi.
Aile
dostumuzun oğlu, çocukluk arkadaşım Safa (ki ben ona hep Sefa derim) ile bir
araya gelmeyelim o dönemlerde. Toplam 4-5 aileydik o aralar. Misafirliğe
gidilecek aileler sıralıydı. Bu hafta bizde, sonraki hafta Mustafa Amca’larda,
ondan sonraki hafta Basri Amcalarda diye döner dururdu sıra.
Tabi hangi
ailenin evine gitsek biz, o aile ortalıkta kırılacak dökülecek her şeyi
kaldırırdı. Sefa ile bir araya geldiğimizde hiperaktif bir patlama ortaya
çıkıyor ve mutlaka bir şeyler kırar dökerdir.
Bu Sefa ile
olan yaramazlık kısmını fazla uzatmayacağım konuya döneceğim. Bir gün bu Sefa
bağlama almış, hatta abim kursa bile gitmiş bize çaktırmadan. Yine bir
misafirlikte bu bir geldi siyah kılıfını asmış omzuna. Salona kuruldu tüm
aileler “hadi koçum Sefa çal bakalım” dediler, herkes pür dikkat Sefa’yı
dinliyor. Çaldığı da bir halt değil ha, kara tiren şarkısını mal gibi çaldı.
Ama çaldı adam! Ben o esnada salonun bir ucunda dizlerine çimen lekesi bulaşmış
kot pantolonumla orda sessizce onu izledim, onu ve şarkı bitince tebrik
almasını, alkışlanmasını izledim.
O gün bu
gündür kot pantolon giymiyorum(gerçekten beni kot pantolonla hayatta
göremezsiniz) Çünkü o gün karar verdim ben Sefa’dan daha iyi müzisyen olacaktım
ve artık çayır çimende eşek gibi koşturup tepinmeleri, uzun eşek oynamaları,
birdir birleri, yakar topları, alman kalesi, Japon kalesi gibi oyunları
bırakmalıydım. Büyüyorduk lan bırakacağız tabi!
Ertesi günü
babama “bende müzik çalmak istiyorum Allah aşkına gidip alalım bir tane saz”
dedim. Bak burayı unutma “saz almaya gidiyoruz!”
Velhasıl
efenim, İzmir’de ya ocak ya şubat ayından birinde yağmurlu bir günde bindik
Kartal marka arabamıza gidiyoruz çarşıya doğru. Tabi bilmiyoruz aga nerde
satılır bu alet, kim kursunu verir falan. Birkaç yer gördük kapalı. (Şöyle bir
durum var: müzik enstrümanı satan dükkanlar geniş insanlardır, öğlene doğru
açar akşam 5-7 gibi kaparlar dükkanları) Vazgeçecektik ki, yağmur hızlanmıştı
ki, eve dönüyorduk ki bağırdım birden “aha baba orda oda! Orda açık bir yer var
bak saz maz var vitrininde” dedim. İzmir Alsancak’ta bir yer yalan yok ismini
unuttum mekanın (Gerçi hala ilk gitarım durur kılıfında ismi yazıyor da
üşeniyorum içeri gidip bakmaya)
Girdik
içeri. Ulan içerde saz yok. Bırak sazı içerisi bildiğin Türkiye’ye ait bir yer
bile değil gibi geldi bana. Grand piyanolar, warlock kasalı metal gitarları,
bateriler, amfiler ve klasik gitarlar var.
İsmi Oben olan (şu dünyada bir bu
ismi onda duydum başkada Oben tanımadım) genç bir eleman geldi bize doğru ama
adamı görmelisiniz. Uzun altın sarısı dümdüz saçları var, gözleri buz mavisi,
hafif sarı buğday rengi teni ve sağ elinin tırnakları törpületip sivriltmiş
uzun. Ben böyle adamları anca filmlerde görüyordum o aralar ki, o dönemin en
garip filmi de terminatördür, sen düşün garipliği.
“Nasıl yardımcı olabilirim?”
dedi, babam “saz baktım ama yok sanırım” dedi. “Evet yok” dedi. Biz tam
çıkacakken o kilit cümleyi söyledi “neden gitar düşünmüyorsunuz?” dedi. Ben o
an zaten o ne söylese onu düşünecektim. Hani piyano çal dese o an ben piyanonun
başına oturup 9.senfoniyi çalardım, bateri dese Metallica’dan Lars’ı tahtından
indirirdim ama o gitar dedi.
Tabi biz “o
ne gardaş?” der gibi bir surat ifadesi büründük, getirdi Laguna marka bir
klasik gitar, oturttu beni tabureye ve “Al bir dene dostum” dedi. (buradaki
“dostum” kelimesini insan hele küçükse o an ticari bir hamle olarak
algılamıyor, resmen artık ben Oben’in dostuydum) “Tabi dostum” dedim.
Elime
gitarı aldığımda hatırladım ki kırtasiyedeki Ahmet Abi’de gitar çalıyordu.
İnsan ilk başta hele de konuya cahilse anlamıyor, saz nedir? Gitar nedir?
Hepsinde tel var mı? Var! O zaman hepsi aynı işte gibi geliyor. Ama o gün
anladım, gitar başka! Bağlama başka!
Neyse
efendim, aldık biz gitarı birde bana 1 ay bedava kurs vereceklerini söylediler ben
direk mest oldum zaten. Biz Kartal marka arabamızla evimize gittik. Kursa tam 1
hafta vardı ve ben daha ilk günden uykuya düşman oldum.
Enstrümanı
alıp hiç bir şey bilmeden kurcalamak kadar haz dolu anları bu hayatta çok nadir
yaşarsınız. Ulan akordu yok gitarın, tabi akordu bilen kim? Kırtasiyede
tezgahın arkasına attım sandalye orda kurcalıyorum gitarı, gelen geçen
müşteriler “oo dostum çalsana bir şeyler” diyor, e tabi bir şey çalamıyoruz ya
bir türlüde durumdan kurtulmak lazım. O esnalar birde gitar metodum vardı, o
metodun arka sayfasına “gitar çalmak mesele değildir, mesele onu dinleyen
kulakların yeteneğindedir” tarzında bir şey yazıyor. E tabi Enes durur mu? Bana
“gitar çalsana” denildiğinde, önce bir duruyor karizmatik havaya bürünüyor
sonrada bu cümleyi söyleyip “sıkıldım çalmaktan başka zamana” diyor entelektüel
piçlik yapıyorduk aklımızca. Ama ilgi alaka nasıl hoşuma gidiyor anlatamam.
Bu yazı
aslında benim nasıl müzisyen olduğumdan çok nasıl başka bir dünyaya adapte olduğumla
alakalıdır. Olayların tüm temelinde benim aslında bu konuya ve bu konunun
insanlarına o kadar uzak bir dünyam varmış ki, ben kendi dünyamdaki beni terk
edip onların dünyasındaki yeni beni aramak için verdiğim mücadeleyi ve komik
olayları yazıyorum, dikkat ettiğinizde yakalayacaksınız her olaydaki hep aynı
olan nüansları.
Mesela
şöyle özetleyip bu yabancılaşma evresinin ilk adımını anlatayım. Kurs vakti
geldi annem beni kursa hazırlıyor. En güzel bayramlık giysilerimi giydim,
saçlarımı yana taradı annem. Normalde saçlarımı taratmazdım ama o gün güzel bir
gündü taradım saçlarımı. Annem birde üçgen mendil koydu cebime “ne olur ne
olmaz” dedi. Orda acıkırım belki diye beslenmede koyacak ve hocam içinde börek
koyacaktı ben her zamanki gibi “ya anne nasıl vereyim adama? İkinci ders
götürürüz bir tanışayım önce” diye ısrar ettim almadım. Mis gibi kokuyordum,
kolonyayı da sürdük çıktık, babam bıraktı binanın önüne “sen gelme, git” dedim,
gitti ve ben içeri girdim.
Tahmin ediyorum ki sizde kendi anılarınızı deşerseniz
geçmişinizde bir yerde böyle bir şey yaşamışsınızdır. Aynı ülkenin, aynı şehrin
insanları ile bir araya geldiğinizde kendinizi yabancı hissettiniz mi? Olmuştur
belki ve çok iğrençtir.
Neyse girdim kursa, herkes bana baktı ve diğer çocuklar falan
aralarında konuşmaya başladı kulaktan kulağa, çünkü ben orda iki resim
arasındaki 7 farkın hepsi gibiydim. Çocuklar benle yaşıttı ama kulaklarında
küpe vardı, giyim kuşamları o kadar farklıydı ki. Mesele bir kundura bende
vardı o gün (o gün bu gündür düğünler dışında kunduraya da küstüm giymiyorum)
dövmesi olan vardı (ben bırak dövmeyi cikletlerden çıkan adi dövmeleri
yapıştırsam koluma annem kızardı kanser olacağım diye)
Bekleme salonunda birkaç yere gitarı ve kendimi çarptım,
(yine aynı tempoda sakarlığım devam eder) yutkunmam gerekiyordu ve gözüme
damacana makinesi çarptı, (tabi ben yanındaki bardak haznesini görmedim ve
benden önce içmiş kişinin plasik bardağını aldım su içtim, yine güldüler)
oturacak yer yoktu, tabi kimsede yer vermezdi. Kursun olduğu yer İzmir
Alsancak’ta deniz kenarındaydı, pencerenin yakınına ayakta istiflendim (ulan
koysana gitarını bir kenara, yok! Sırtımda asılı duracak ilahla) denize doğru
baktım, kendimi hiç ama hiç yakıştıramadım oraya, yeni boyanmış duvarın alt
taraflarındaki ayakkabı lekesi gibi hissettim kendimi. Denize baktım, cama
yaklaştım. Cama yaklaştıkça soğuk havayı daha iyi hissedebilirsiniz. İnanır
mısınız bilmem ama ağlayacaktım. Keşke arabada bir şeyimi unutsaydım da babam
geri dönseydi de gitseydik. “Ağlamak yok! Gir içeri ve göster kendini” dedim
durdum kendime. Cep telefonumda yok ki babamı arayayım, oysa arkamdaki piçler
öyle mi? Hepsine en son model Nokia 5110 lar var, yılan oyunu oynuyorlar.
Hoca geldi, “hadi bakalım arkadaşlar, sınıfa” dedi. Hepsi
ezbere biliyorlar mekanı girdiler sınıfa. Ben sesimi çıkarmadım tabi. Hiç
diyemem “hopp hocam ben buradayım ne yapacağım?” diye. Hocada girdi sınıfa
tabi, ben kaldım mal gibi orda. Sonra Allahtan çıktı sınıftan tekrardan, “sen?”
dedi. “Buyurun” dedim. “Sen yeni öğrenci misin?” dedi. “Evet, gitar aldım geçen
hafta 1 ay beleş kurs verdiler” dedim.(“Bedava”, “promosyon” falan değil ama
“beleş” lafını kullandım yani. Halen daha sokak kültürümden kurtulamıyorum
tabi) Adam yani hoca “tamam dostum sende gel hadi içeri” dedi.
Artık Enes Evci kurtlar sofrasında yerini almıştı.
Devamı sonra.