|
|
|

|
Hasan Basri ESGÜN
|
4.1.2009 05:35:51 |
Çok sıcak konulara değinmişsiniz. Ben sadece konu yazım
hataları olduğu için dilimizi Türkçeleştirme konusundaki fikirlerinizi
sormuştum. Aslında cevabınızı aldım. "Türkçenin özellikle ekonomik
hayatımızda geçer akçe olmaktan çıkarılması" gibi önemli bir konuyu
yakaladığınız halde Türkçe konusundaki çalışmalara "önemsiz" demeniz
de rahatlıkla açıklayabileceğiniz bir çelişki, sanırım.
Üniversitelerimizde Türkçe eğitim veriliyor elbette. Hatta
ilkokuldan başlayarak her dönemde ve kesintisiz olarak bu eğitimi alıyoruz. Peki,
sizin de fark ettiğiniz bu dil bozulması nereden geliyor acaba? Demek
ilkokulumuzdan üniversitelerimize kadar aldığımız eğitim yeterli gelmiyor.
Üniversiteleri özellikle katmak istiyorum. Ana dilinde yazı
yazamayan ve makalelerinde Türkçe okutmanlara dil düzeltmesi yaptıran binlerce
öğretim üyemizin olduğunu biliyor muydunuz? Profesörlerin cümleleri
anlaşılmaktan uzakken, lise mezunlarımızdan ne bekleyebiliriz ki? Çok mu karamsarım
acaba?
İngilizce eğitimine gelince, sizinle aynı fikirde olmadığımı
belirteyim. Bugün İngilizce tüm dünya ülkelerinin kabul ettiği uluslararası
bilim dilidir. Sadece bilim mi? Ortak ticaret dili olarak tüm uluslararası
anlaşmalar sadece İngilizce ile yapılır. Gerek havacılıkta ve gerekse
denizcilikte hukuktan pratiğe kadar sadece İngilizce kullanılır.
Türkiye’miz patent alma konusunda dünyada sonuncu. Patent
ortalamamız yıllık1/7. Yani yedi yılda bir patent. Sondan ikinci Güney Kore'nin
yıllık ortalaması 42. İsviçre'ninkini de siz araştırın. Tüm ulusların buluşları
ortak arenada sadece İngilizce ile sergileniyor. Türkler de buluşları kadar
İngilizce bilseler yeter zaten.
Üniversitelerde
"bilgi birikimine bakmaksızın" İngilizce bilmeyenleri değerlendirmeye
bile almadıklarını düşünürken yukarıda anlattıklarımı hatırlarsanız bunun
nedenini de anlarsınız. İngilizce bile bilmeyen bir akademisyenin asla yeterli
bilgi birikimi olamaz.
Orta çağda bilim
Araplardaydı. Bunu biliyoruz. Tıptan tutun da felsefeye ya da hukuka kadar tüm
bilim kitapları Arapça ile yazılırdı. O dönemde bilimi Araplardan alan Batı
dünyasında klişeleşmiş bir söz vardı: "Arapça bilmeden bilim adamı
olunmaz". Günümüzde bilim dili İngilizce olduğuna göre aynı sözü
"İngilizce bilmeyen bir insan asla bilim insanı olamaz" diye
güncelleyemez miyiz acaba?
Sadece yanlış anlaşılmamak için ekliyorum: Türkçeyi çok iyi bilip de başka bir
şey bilmemek gibi İngilizceyi bilip bunu gerek kültürel ve gerekse bilimsel
ilerlemelerinde kullanmamak ayrı bir konu. İngilizceyi Amerika'da deliler bile
biliyor. Ancak biz bir amacımız varsa öğreniyoruz.
Saygılar,
Bu ileti Hasan B. ESGÜN tarafından 04.01.2009 05:41:18 tarihinde değiştirilmiştir. |
|
|
|
|

|
Hasan Basri ESGÜN
|
5.1.2009 11:40:31 |
Aslında biraz daha temelden alsaydık sorun daha şeffaf
olarak görülebilecekti.
Dilin ulusal kültür olduğunu savunup onun gerçek işlevini
yok varsaydığımızda konu birden bire başka platformlara taşınıveriyor böyle.
Dilin yaptıklarında sadece birisidir ulusal kültürün anlatımı. Ama asıl işlevi iletişimdir.
Dil sadece bir araçtır. İletişim aracı. İnsanları
insanlara, insanları topluma ve toplumları toplumlara bağlayan basit ancak bir
o kadar da vazgeçilmez bir araç. Her ulus iletişim için kendine özel bir araç
geliştirmiş. Çiviyi çekmek için senin pensen mi daha iyi benim kerpetenim mi
diye tartışmıyoruz ama. Dünyanın en iyi patentli çivi sökme aletini sorunsuzca
kullanıyoruz. Kendi bilgisayarımızı ya da kendi tasarımımız olan bir otomobili
de zorunlu görmemiz koşul değil. Bunlar da sadece birer araç, biliyoruz. Ama
dil söz konusu olunca milliyetçi damarlarımız kabarıveriyor.
Tüm dünya bizim dilimizi konuşun ister miydiniz? Ben
istemezdim. Çinlilere sorsak, eminim onlar da istemezlerdi. Dilimizde 29 tane
harf olduğunu biliyoruz. Çincede 40000 harf var. İki yüz çizgi biçiminin
kombinasyonundan oluşan kırk bin harf. Her harf bir hece ve her hece de bir tam
kelime. Dahası her harfin 4 değişik okunuşu var. Yani toplam 160 bin kelimelik
bir dil (İşkencede öldürülen kardeşim Çin Dili ve Uygarlığı mezunuydu; onun
anısına biraz çalıştım). Yabancı dildeki kelimeleri yazma konusunda yetersiz
kaldığı için 2000 harf de Japoncadan transfer etmişler.
İngilizcede her fiilin sadece 3 çekim hali var. Türkçede
tam 78. Bunu hatırladınız mı? Anadilimiz olduğu için rahatça öğreniyoruz.
Çinliler ve Fransızlar da öyle. Peki dilimizi dünyaya yayarken sizce biraz
zorlanmayacak mıyız?
Çinliler, dünyanın üçte birine sahip nüfusta olmalarına
rağmen tüm dünya kendi dillerini konuşsun istemediler. Ama Ruslar öyle
düşünmüyorlardı. Nasıl olsa bir dil dünya dili olacaktı. Niçin bu dil Rusça
olmasındı. Geçtiğimiz 20 yıl içinde Çinliler bile Rusça eğitime başlamışlardı.
Tüm sosyalist blok Rusça diyordu, ne fark edecekse... Denizcilikte de
tüm sosyalist blok Rusçayı koşul kabul etmişti; uluslararası hukukta ve
ticarette bile.
Rusya'nın dağılmasından sonra meydan İngilizceye kaldı.
Uluslararası bir dil olan Esperanto 300 yıldır tutturulamadığına göre, bunun
sakıncası ne olabilir. Amerikan emperyalizmine ve dünya üzerindeki Amerikan
hegemonyasına karşı olup da; İnterneti, bilgisayar kullanmayı, cep
telefonlarını nasıl bırakmıyorsak; dili sadece bir iletişim aracı olarak
düşünüp İngilizceyi de bırakmayalım. Ulusal kültür konusunda ise dilimize
sonuna kadar sahip çıkalım.
Şimdi gelelim Türkçenin İngilizce olarak öğretilmesine. Bir
kere İngilizceye gıcığınız kalktıysa, ne sorun olabilir ki? Amerika'daki Türk
Dili ve Uygarlığı bölümlerinde bu yapılıyor. Güney Kore'deki Türkoloji
bölümlerinde de Korece dilimiz öğretiliyor. Bunun da bir sakıncası yok. Ancak
biliyoruz ki -lütfen abartmayalım- Türkiye'de Türkçe en kolay ve en uygun
olarak sadece Türkçe ile öğretilir. Ancak eğer İngilizceyi -öyle ya da böyle-
uluslararası dil olarak kabul etmişsek ve bizim gibi tüm dünya bunu kabul
etmişse ve yaymak istenilen her şey -örneğin bilim- artık sadece bu dilde
yapılıyorsa; bu dili bilmeden bilim insanı olunmaz, asla olunamaz.
İngilizce bilmeyen ama başka alanlarda başarılı olan insanların önünün
kapatılması diye de bir şey yoktur. Kendi alanında gerçekten başarılı olan
insanlar uluslararası bir insan olmayı düşünüyorlarsa zaten dil sorunları
yoktur. Başarısını akademik ya da uluslararası platforma taşımak isteyen herkes
kesinlikle uluslararası olan dili öğrenmek zorundadır. Üniversitelerimizdeki
öğretim üyelerinin %80'i İngilizce konusunda çok geri (lütfen insaflı biri
çıkıp da "az dedin", desin). Aynı bilim insanlarımızın yazdıkları
makalelere tüm dünyadan gelen atıflar açısından dünyada sonuncuyuz. Neden
acaba? Dil bilmezsen başkaları ne diyor yeterince araştıramazsın; bunun
sonucunda yeni bir şey üretemezsin. Hiç bir makalen de okunmaz, okunsa da
makalenden hiç bir alıntı yapılmaz (atıf). Kendi basınında her ne kadar inkar
etsen de, dünya bilim puanın İran'dan bile daha geri kalır.
Dili sadece bir iletişim aracı olarak
görünce konu daha açık şekilde görülür. Bu aracın tek işlevi iletişimdir. İster
bilim olsun ister ticaret, ister kültür aktarımı olsun ister sanat dil sadece
bir araçsa; başka insanların ne dediğini bilmek için buna gereksinimimiz var.
Bu bağlamda ortak bir dil zorunluluktur. Dili seçme şansımız ise “yok”. Neyse
ki başka bir dil değil de İngilizce olmuş diyorum.
Bir önceki
mesleğim gereği dünyada ayak basmadığım -neredeyse- ülke kalmadı. Arap kökenli
olduğum için Arapçayı da biliyordum ama Arap ülkelerinde Arapçam beğenilmiyor,
İngilizce konuşmak zorunda kalıyordum. Dünyanın her tarafında nasıl
bilgisayar eğitimine önem veriliyorsa, bir araç olarak düşünülen İngilizce
diline de aynı şekilde önem veriliyor. Bizde niçin bu konuda bu kadar çok
kasılma var acaba? Sadece Türkiye’de; dünyada başka bir yerde de göremedim
bunu. (“Almanya var” demeyin sakın, Almanya sadece halk arasında kendi dilini
kullanıyor, onun dışında bilim, ticaret, sanat ve diğer alanlarda İngilizceyi
kabul etmiş bir ülke).
Saygılar,
|
|
|
|

|
Lale Gümüşkaya
|
5.1.2009 19:19:30 |
Yapmayın Hasan Bey,
Okumuş, yazmış, gayet kültürlü bir insansınız. Düşüncelerinize değer veriyorum ve birşeyler öğrenmek için okuyorum. Zıtlaşmak istediğim düşünülmesin sakın.
Yazdıklarınız büyük ölçüde doğrudur birşey diyemem. Öyle milliyetçi bir yanımda yoktur. Sınırların insanları sömürmekten ve öldürmekten başka hiçbir işe yaramadığı inancını taşıyorum. Fakat reelpolitik üzerinden gitmek gerekirse, birkaç laf etmek isterim.
Dilin kültürün tamamen taşıyıcısı olduğu gerçeğini bu kadar hafife almanıza oldukça şaşırdım.
Tamamen objektif olarak yaklaşmaya çalışıyorum soruna, şöyle ki; ulus-devlet kavramının Avrupa'dan başladığını hatta Fransız ihtilali ve Sanayi Devrimini içeren çifte devrimden sonra ortaya çıktığını biliyoruz. Bu bağlamda ulus-devlet olma sürecinde ilk yapılmaya çalışan şeylerden biri eğitimi merkezileştirerek ortak dil oluşturmak olmuştur. Öyle ki, 1800'lerin Avrupasında her grup/zümre kendi dilini konuşmakta, resmi dil olarak kullanılan Latince ise sadece resmi yazışmalarda ve devlet dili olarak benimsenmekteyken, ulus-devlet sürecinde ilk yapılan ortak bir dil oluşturma çabası olmuştur. bireyi bir devletin yurttaşı haline getirmek için yapılacak ilk şey, o devletin sınırları içinde bulunan herkesi ortak değer yargılarına sahip kılmaktır ve bunun ilk ve en önemli unsuru milli dilin geliştirilip yaygınlaştırılması olmuştur.
Bu bağlamda yabancı bir dili böylesine sevgiyle kucaklamak, onu toplum haline getiren ortak kültürün erezyona uğratılmasından başka hiçbir işe yaramayacaktır. Yabancı dil elbette öğretilmelidir öğrencilere. Hatta en iyi şekilde öğretilmelidir. Ancak Yabancı dilde eğitim verilmesine, uluslararası sistemin paradigmaları değişmedikçe, kesinlikle karşı olduğumu söylemek zorundayım. Bizim burada yaptığımız, ya hiç öğretmeden, çocuğun beynine allah tarafından İngilizcenin yahut herhangi bir yabancı dilin zerk edilmesini beklemek; ya da tamamen tüm akademik alanı İngilizce'nin hegemonyası altına sokmaktır. Herşey İngilizce olduğu takdirde, Türkçe'nin bilim dili haline gelmesinin zaten önü kesilmiş demektir. Öte yandan Türkiye'de İngilizce öğrenebilme tekeli %90 zenginlerdedir ki; bu baştan sosyal devletin fırsat eşitliği olgusunu yok etmektedir.
Türkçe, evde, arkadaş sohbetlerinde kullandığımız otantik bir unsur haline gelecekse eğer biz nerenin yurttaşı olarak göreceğiz kendimizi?
Eğer diyorsanız ki dünya artık kocaman bir köy ve biz ülke kimliklerinin ötesinde birer dünya vatandaşıyız. Allah razı olsun derim. Savaşlar nihayete erer. Bu bağlamda dilin İngilizce, Çince yada Rusça olması hiçbir önem taşımaz. Rusların doğu bloku ülkeleri arasında Rusça'yı yaygınlaştırmasının birincil işlevi, kendi ideolojisini yerleştirmek ve hegemonyasını kurmaktır. Bunu Althusser, Devletin ideolojik aygıtlarından biri olarak kabul eder ve rızaya dayalı olarak iktidarın dünya görüşünü tabana yayma çabası olduğunu ileri sürer. Bu bağlamda milli dillerin fonksiyonunu küçümsemek, özellikle devletlerin başat güçler olarak uluslararası politikada var olduğu şu devirde, yanılmasama olacaktır kanısındayım.
Bu, uluslararası siyasete çok realist bir bakış açısı olarak gelebilir. Hatta 20. yy'ın ikinci yarısından itibaren esmeye başlayan iyimser yapısalcı/davranışsalcı görüşler, uluslararası siyaset alanında realistlerin devleti başat aktör olarak görmelerini eleştirmiş ve örgütleri hakim kılmaya çalışmıştır. Ancak kabul etmeliyiz ki bunun en güçlü örneklerinden olan Avrupa Birliği'nde bile ortak para biriminin ötesinde ortak olan pek az şey vardır ve hala bir takım devletlerin hegemonya mücadelelerine sahne olmaktadır.
Son olarak diyebilirim ki; dünya henüz dili sadece bir iletişim aracı olarak görebileceğimiz kadar özgür ve ilerlemiş değil. Sınırlar hala insanların canlarını almaya devam ediyor; bir süre daha devam edecek gibi de görünüyor.
Dolayısıyla size canı gönülden katılıyorsam da; dilin kültürel işlevinin göz ardı edilmesi bana biraz safça geliyor. |
|
|
|

|
Aylin Hergül
|
5.1.2009 19:34:39 |
Merhabalar,
Sizin bu tartışmanız biraz benim boyumu aşıyor ancak okuyup anlamaya çalışıyorum. Henüz üniversiteye gitmeme yıllar var ancak kafama takılan bir soruyu sormak istiyorum. Cahilce bir laf ediyorsam kusuruma bakmayın.
Madem üniversite hocalarının %80'i İngilizce bilmiyor, üniversiteler bunu neden öğretmiyorlar? bizler yıllarca İngilizce eğitim veren yerlere kapak atmak için didindik durduk. Özel okullara para yetmiyor, devletinkiler çok test çözmeyi gerektiriyor ki, çoktan seçerek bizi tezgahtaki domateslerden sayıyorlar. ne kadar okuduğuna değil; ne kadar çoktan seçtiğine bakarak başarılı başarısız ayrımı yapılıyor.
İngilizce madem bu kadar önemli tüm okullarda öğretilsin ancak ayrı bir ders olarak... Bu bence buradaki herkesi mutlu edecektir. Kişisel olarak İnkılap tarihi dersimi üniversite de İngilizce okumak istemem fakat beni geliştirecekse İngilizce öğrenmek isterim. Neden böyle birşey yok? Benim üniversitede okuyan akrabalarım var. Bir kısmı hiç İngilizce bilmiyor, iş bulamıyor; bir kısmı İngilizce okutulan üniversitelerden mezun ama diğerlerine böceklermiş gibi bakıyor. Sanki burası vebalı bir yermiş de kendini bir an önce mikrop bulaşmadan kurtarmak isterlermiş gibi diğer ülkelere atmaya çalışıyorlar. Bunlar giderse bizi kim eğitecek peki? |
|
|
|

|
Serdar Ekmekci
|
5.1.2009 21:25:31 |
Merhaba, tartışma ağır akademik bir pozisyona düşmüş. Eğitim sistemimizin çarpıklığı aydınlarımızı birbirine düşürmemeli bence. Herşeyde olduğu gibi dil olgusu da çarpık bir şekilde toplumumuzda yer buluyor gibi geldi bana. Elbette ki dünya üzerindeki bilimsel eserlerin çokça miktarı İngilizce'dir. Fakat bir o kadar da Latince, Arapça, Almanca, İtalyanca, Çince yazılmış eser bulunabilir. Kaynak dilinden okuyormuyuz? Varsa Türkçe çevirisinden yoksa o zaman İngilizce çevirisine başvuruluyor. Çünkü adamlar çevirmekten imtina etmiyorlar. Bence en önemli konu Türkiye'de "bilimsellik" ne kadar biliniyor, "bilimsel" çalışma ne kadar ciddiye alınıyor. Hasan Bey İran'dan örnek vermiş. Mutlaka orada da İngilizce eğitim veriliyodur. Fakat ben zannetmiyorum ki Türkiye'deki gibi fenomen haline gelmiş olsun ve veya Türkiye'dekinden az olsun. Fakat nedense daha çok bilimsel makale yayınlanmış... Herşeyde olduğu gibi bu bir "kültür" meselesidir. Türkiye'de "bilimsellik" kültürü çok "geri" dir. Eğitim sistemi ise topyekün nesilleri tüketmektedir. Lale Hanım sosyal bilimlerden, Hasan Bey ise fen bilimleri açısından yaklaşıyor anladığım kadarıyla. Ve bence ikisi de haklı. Bazı dalları İngilizce'ye hakim olmadan yapamazsınız.
Türkiye'de akademisyenlik bile "torpil" sınırları içeriside. Nasıl bir yaklaşım, çoğunluk halka "bilimsellik" kavramını öğretecek. Ülkemizde eğer bazı üniversitelere girilmemişse yakın tarih öğretilmiyor. Sadece bu bile kültür meselesinin boyutlarını genişleten bir olay. Genç nesil cahilce bir apolitize edilmiş durumda. Kimse zaten okumuyor. Bence bu mesele İngilizce'nin önündedir. Olması gereken eğitim varsın Türkçe verilsin. Zaten belli bir kültür seviyesine gelen bir nesil İngilizce'yi böyle bir zamanda kendisi bitirecektir. Ama zaten kör topal birşeyler öğretilen öğrencilerimizin önüne İngilizce gibi bir baraj koyunca seviye ne kadar korunacak. Aylin direk test demiş. Hayatı test üzerine kurulu onun. Testi neden çözdüğünü, anlatılanların sadece Üniversite ye girmek için olmadığını bile bildiğini zannetmiyorum. ( Aylin, örnek sen oldun kusura bakma )
Bir de şöyle bir durum var. Bazıları doğal bir yetenek olarak dile yatkındır. Yanlış anlaşılmasın ben de bu kategorideyim. 3 tane İngilizce film seyredeyim İngilizce rüya görmeye başlıyorum.
Fakat bir çok değerli beynin İngilizce zaafiyeti sebebiyle olmaması gereken yerlerde süründüğünü gördüm. Özellikle de sosyal bilimler alanında. Bu bence bir kayıptır. "Bilimsellik" için birincil şart dil olmamalı. Mesleği dil olan bir çok insan var. Bırakınız icap ettiği takdirde yardımımıza koşacaklardır.
Hoşgörünüze sığınarak, saygılar sunarım :)
. Bu ileti Serdar Ekmekci tarafından 05.01.2009 21:29:25 tarihinde değiştirilmiştir. |
|
|
|

|
Hasan Basri ESGÜN
|
9.1.2009 17:14:57 |
Sayın Lale hanım. Görüyorum ki anlaşamadığımız bir yer yok. Sadece (Sedar beyin de dediği gibi) bakış açımız biraz değişik. Üstelik "Dilin kültürün tamamen taşıyıcısı olduğu gerçeğini bu kadar hafife almanıza oldukça şaşırdım" sözünüzde bile haklısınız ki bu konuyu gerçekten çok hafife alıyorum. Ancak her şey bakış açımızda gizli.
Biraz açalım: "Dil, temel toplumun, gelişmesinin belirli bir aşamasındaki iktisadî rejimdir. Üstyapı, toplumun siyasal, hukuksal, dinsel,
sanatsal, felsefî görüşleri ve bunlara tekabül eden siyasal, hukuksal
ve diğer kurumlardır. Her temelin, o temele tekabül eden kendi
üstyapısı vardır. Feodal rejimin temelinin kendi üstyapısı, siyasal,
hukuksal ve diğer görüşleri ve bunlara tekabül eden kendi kurumları
vardır; kapitalist temelin kendi üstyapısı vardır, sosyalist temelin
de. Temel değiştiği ya da tasfiye edildiğinde, onun üstyapısı, onu
izleyerek değişir ya da tasfiye olur, yeni bir temel doğunca, bunu
izleyen ve buna tekabül eden bir üstyapı doğar. Dil, bu bakımdan, üstyapıdan kökten farklıdır" <alıntı>
Bence de dil kültürün taşıyıcısıdır. Ama hangi kültürün? Olaya sınıf açısından bakınca bu kültürün tarih boyunca değiştiği görülüyor. Günümüzdeki iki sınıftan kapitalizmin kültürü ulusal boyuttayken, işçi sınıfının kültürü enternasyonaldir. Dil siyasal rejimlerle değişmezken, kültür uluslararası hale gelir ki bu da dili doğrudan etkiler.
"Son olarak diyebilirim ki; dünya henüz dili sadece bir iletişim aracı olarak görebileceğimiz kadar özgür ve ilerlemiş değil", diyerek yaramıza parmak basmış bulunmaktasınız. Ama aydınlar olarak -hangi sınıf için olursa olsun- ulusal kültür için Türkçe, iletişim içinse ortak dil dememiz gerekiyor.
Sayın Aylin hanımın sitemleri çok yerinde. "Madem üniversite hocalarının %80'i İngilizce bilmiyor, üniversiteler bunu neden öğretmiyorlar?", diyor. Ama bu işin üniversitelerden öncesi de var. Şimdilerde ilkokullarda bile (sadece Batı'da değil, müfredat her yerde aynı...) İngilizce öğretiliyor(!). Tek farkla ki Batı'da öğretim hakkıyla yapılırken, Doğu'da tam bir boşvermişlik var. En az sekiz yıldır İngilizce eğitimi almış olması gereken bir lise mezunu üniversiteye bomboş geliyor. Üniversite hocaları ne yapsın?
"Sanki burası vebalı
bir yermiş de kendini bir an önce mikrop bulaşmadan kurtarmak
isterlermiş gibi diğer ülkelere atmaya çalışıyorlar. Bunlar giderse
bizi kim eğitecek peki?", diye devam ediyor Aylin hanım. Bu sözler Doğu için de çok uygun. Burada yetişen hocaların ilk basamakları Batı. Sonra da yurtdışı. Bizi kim eğitecek, ben de bilmiyorum. Eğitim açığımızın farkında olmak bu açığı kapatmak için bir gerekçe olabilir mi acaba? Nasıl mı? Bari "kendi kendimize". Başkasından hayır yok.
"Türkiye'de
akademisyenlik bile "torpil" sınırları içerisinde", diyen Serdar bey de iyi bir konuya parmak basmış. Torpilli bir akademisyen ne öğrencilerine bir şey aktarabilir ne de kendini geliştirebilir. Hükümetin oy kaygısıyla yaptığı Meslek Liselerinden sınavsız geçişle 30 sene önce Meslek Lisesini bitiren öğrenciler üniversitelere doldu. Bırakın İngilizce'yi, kendi ana dilini bile doğru dürüst konuşamayanları mı istersiniz yazı yazmayı unutanları mı? İçler acısı bir durum. Bunların çoğu şimdi üniversite mezunu. Yine oy kaygısıyla İmam Hatip mezunları Meslek Lisesi çıkışlı olarak sağlık sektörü başta olmak üzere sınavsız olarak üniversitelere girdiler. Binlerce imam en değerli varlığımız olan sağlığımızı ellerinde tutuyor. Bunların da hepsi mezun ve aramızdalar.
Devam edelim:
1980'li yılların başında (1984 olabilir) YÖK aldığı bir kararla 10 yılını dolduran öğretmenleri öğretim üyesi olarak yeni üniversitelere atadı. Yani "Yardımcı Doçent" olarak. Şu anda sadece birkaç yayını olan Profesörlerin yüzde kaçı o dönemin öğretmenlerinden oluşuyor acaba? (Tamamı). Peki tüm Profesörlerimiz arasında bunların oranından haberiniz var mı? (Yarısı). Sırf üniversitelerimiz bolca olsun diye ne alt yapısı ne de eğitim kadrosu olmadan açılan üniversitelerimize isyan eden Prof. Mete Tuncoku 1994 yılında yetkisi bile olmayan bir emniyet müdürü tarafından görevinden alınmıştı. Görevini Danıştay karaı ile tekrar alan Profesör daha sonra sırasıyla Vali ve (bir) Bakan tarafından iki kez daha görevinden alınmış ve Danıştay kararları ile görevine getirilmişti (Not.: Rektörler sadece Cumhurbaşkanı tarafından atanır ve sadece Bakanlar Kurulu tarafında azledilebilirler). Bu rektörün görev süresince "kadro yokluğu" nedeniyle açılamayan kampüsler, rektörden sonra mantar gibi açılıverdi. Yine "Üniversiteler iktidarların şarkılarını söylemezler" diyen Yüzüncü Yıl Üniversitesi rektörü de kendisinden iki dönem önceki rektöre yöneltilen suçlamalardan dolayı hapsedilmedi mi? Tüm suçlamalardan beraat eden Prof. Yücel Aşkın kendisini yargılama yetkisi bile bulunmayan bir mahkeme tarafından yargılanmıştı. Rektörler seçimle başa gelmezler. Seçim sadece kendi aralarında bir oyundur. Cumhurbaşkanı tarafından seçimde aldıklara oya bakılmaksızın atanırlar. Hatay ve Erzurum'daki üniversite rektörleri sadece birer oy almalarına rağmen rektör olmuşlardır. Şimdiki Cumhurbaşkanı ne tür insanları rektör olarak atayacak, bilin bakalım? Sayın Aylin hanım, üniversitede sizi bunlar bekliyor. Siz de kaçacak mısınız? Belki siz bir çözüm bulursunuz. "Böyle gelmedi, böyle gitmeyecek" diyerek asiliğimizi koruyalım. Ama nasıl?
Saygılar,
|
|
|
|
|
|
|

Bu Nedir? - En Popüler 100 Yazar
|