İlk Sabah
Bir alet var. Yıllardır vücuduma bağlı. Enerji kaynağı olarak da beynimi kullanıyor. Aslında ona alet demek ne kadar doğru bilemiyorum. Sonuçta alet dediğinde hayatı kolaylaştırmak için icat edilmiş bir araç anlaşılmalı öyle değil mi? Fakat ona ne isim vereceğimi bilemedim. Bir ismi olmadan da size onu anlatmam mümkün olamayacaktı. Sonuçta bir gereç işte.
Bu alet yüzünden, her geçen dakika beynimin bir milim daha küçüldüğünü hissedebiliyorum. Artık hatıralarım bile çok net değil... Geçmiş giderek bulanıklaşmakta. Bir gün gelecek şu an karşımda durmakta olan bitkiden bir farkım kalmayacak.
Bitki olmak nasıl bir duygudur acaba? Onların hislerini bir kez olsun duyumsamak isterdim ancak bir insan olarak yaratıldığımdan dolayı, bu şimdilik imkansız gibi görünüyor.
On yıl öncesini hatırlıyorum da. Sonsuz bir gelecek duygusuyla, bitkilerin varlığından bile habersiz, dünyanın merkezinde bir ben ve etrafımda dönen herşey... Evren kadar büyük hissediyordum kendimi... İnsandım ve bunun hakkını çok iyi veriyordum. Verecektim de. Farklı birşeyler vardı kanımda, bunu çevremdeki herkes hissedebiliyordu. Henüz ismini koyamamışlardı o kadar. Ama insan olduğumuzdan dolayı kısa süre içinde koyacaktık ismimi. Yeteneklerim ve zekam beni diğerlerinden ayrıcalıklı kılıyordu. Olası ismimin önündeki sıfat, vücuda gelmeye başlamıştı bile.
Ve alet bana bağlandı.
Başlarda çok önemsemedim bunu. Nasıl olsa evren kadar büyüğüm diyordum kendi kendime, küçücük bir alet bana ne yapabilir ki?
Babam istedi onu bana bağlamayı. Kendisi icat etmiş.
“Bak, ben de takıyorum, sana hiç bir zararı dokunmaz.” dedi.
Bu devirde babana bile güvenmeyeceksin fakat denizden baban çıksa yiyeceksin! Derler. Ne doğru bir laf... Artık daha karmaşık söylemleri aklımda tutamıyorum. Sanırım beynim bir milim daha küçüldü. Giden milimde özlü sözlerimi saklıyormuşum demekki. Hepsi aletin içine kaçtı.
Giderek moronlaşıyorum. Eskiden çok kolay gelen şeyler artık büyük bir işkence benim için.
İkinci Sabah
Dökülüyorum. Hissedebiliyorum bunu. Dökülmeye saçlarımdan başladım. Artık yarı yarıya kel sayılırım. Sonra tırnaklarım dökülmeye başladı. Bu sabah kalktığımda ise kirpiklerimi yastığın üzerinde buldum. Artık üzülmüyorum bile... İnsanca duygularım da dökülüyor.
Şuanda neden aleti söküp atmıyorsun peki? Diye sorduğunuzu duyabiliyorum. Denemedim mi sanıyorsunuz? Bundan beş yıl önce, giderek eksilmekte olduğumu ilk fark ettiğimde denedim. Bir yılımı onu kendimden ayırabilmek uğruna heba ettim. Yıkım inanılmaz boyutlardaydı. Aleti sökmeye her çabalayışımda beni daha büyük bir tutkuyla emiyordu. O bir yıllık çabam sırasında on yıllık beynimi kaybettim.
Ondan kurtulmaya çabalamak nafile bir uğraştır. Yok oluş hızını arttırır. Bu babamın bana hediye ettiği bir lanet. Yaldızlı pakette sunulmuş bir lanet.
Üçüncü Sabah
Bu sabah fark ettiğim birşeyi sizinle paylaşmak istiyorum. Galiba masamın üzerinde duran bitki giderek canlanıyor. Bunu daha önce ben de dahil hiçkimse fark etmemişti. Başkalarına danıştım. Normal buluyorlar fakat bana her geçen dakika daha ilginç görünmeye başladı bile.
“Ona çok iyi bakıyorsun da ondan. Kendine de biraz ona gösterdiğin özeni göstersen keşke... Yataktan çıkmamalısın!” Dediler.
Anlamadıklarının farkındayım.
Aletin sesi kulaklarımı tırmalıyor. Düne kadar bu sesi duymuyordum bile, sanırım kulak zarım da giderek inceliyor.
Çok çabuk yorulmaya başladım. Günümün çoğunu sadece oturup masamdaki bitkimi seyrederek geçiriyorum artık.
Bu aralar geçmişimi daha çok düşünmeye başladım. İnsan sona yaklaştıkça böyle oluyor galiba. Eski parlak günleri daha çok düşünür oluyor. Çağlayarak akan koca bir nehir gibiydim o vakitler. Kendime olan inancım tamdı. Herşeyi biliyordum. Hoş, o zamanlar bildiğimi sandığım birçok şeyi şimdi bile pek yanlışlıyor sayılmam. Gençlik işte! Deyip geçemediğim öyle çok düşünce var ki bu günüme miras kalan. Sanırım beynimin gittikçe azalmasından kaynaklanıyor bu. İnsanlar büyür, insanlar büyüdükçe öğrenir; büyümek, öğrenmek ve öğrendiği gibi davranmaktır. Ben büyüdükçe küçüldüm, öğrendikçe unuttum. Bu benim artık bir insan olmadığımı mı gösterir?
Güzel bir noktaya geldik. Bu konu hakkında biraz düşünmeliyim.
Şu alet olmasaydı eğer, ne büyük bir insan olacaktım ben. Potansiyelim vardı. Büyüyeceğime olan inancım da. Ah şu lanet alet!
Dördüncü Sabah
Bitkinin yaprakları pırıl pırıl, penceremden içeri hücum eden güneşe dönmüş hepsi; içini ısıtıyor; besleniyor güneşten... Bana da çok iyi geliyor güneş.
Bütün gece sanrılı düşlerle kıvrandım durdum. Yastığım sırılsıklamdı uyandığımda. Su beni rahatlattı. Artık su olmadan nefes bile alamıyorum. Çok çok daha az yiyorum, hatta sanırım artık pek birşey yemiyorum. Midem kaldırmıyor. Sadece su içebiliyorum ve su beni canlandırıyor.
Saatlerdir bitkiye bakıyordum. Bitkilerin dünyasıyla biz insanların dünyası demir kapılarla birbirinden ayrılmış. Sımsıkı kilitlenmiş. Onları anlamamız hissedebilmemiz mümkün değil. Bana mineralli olduğunu söylediği garip bir sıvı getiren hemşireyle bu konu hakkında biraz konuştuk. Söylediklerimin tek kelimesini dahi anlamadı sanıyorum. Boş gözlerle bakıp çıktı gitti. Bana acıyorlar. Oysa ben de artık onlara acıyorum. Öyle körler ki; içinde yaşadıklarını sandıkları evrenin sonsuz renklerinden haberleri bile yok. Kokular, renkler, nemli toprağın yumuşak karnı... Huzur... Hiçbirinin farkında bile değiller. Etraflarında insansı bir duvar var. Bu bir tür özür. Bir sakatlık. Dakikalar geçtikçe ‘tam’ olmaya yaklaştığımı hissedebiliyorum artık. Bu aletin bir hikmeti. Aletle gurur duyuyorum. Bana bunları hissettirdiği için.
Beşinci Sabah
Yürüyemiyorum. Masamın başına beni kucakta taşıdılar. O kadar çok döküldüm ki hasta bakıcı neredeyse beni tek eliyle taşıdı buraya kadar. Kendisine ‘bana bakıcı’ dememe izin verdi. Hasta olduğumu kabul etmemem hoşlarına gidiyor galiba. Hastalığa karşı direnmemi istiyorlar. Oysa ortalıkta hastalık filan yok. Hasta olan onlar, onlara bakansa benim. ‘Tam’a biraz daha yakınım.
Su!
Tek istediğim su! Ve biraz da güneş ışığı... İliklerim bayram ediyor...
Altıncı Sabah
Bugün bitki benimle iletişim kurdu. Artık onu anlayabiliyorum. Ayaklarımı toprağa gömmem gerekiyormuş. Artık suyu ağızdan alamadığım için biraz bitkinim bugün. Kimseye laf anlatacak mecalim yok.
Sandığımız gibi değilmiş. Biz onları algılayamadığımız için onlarında bizim dünyamızı algılayamadıklarını sanıyormuşuz. Oysa onların algıları insanların dünyasına açıkmış. Sonsuz bir saygı hissi uyandı içimde bitkiye karşı. Bana içinde olan biteni ilk kez gösterdi. Tüm evrenin, onun tek bir dalında nasıl zuhur ettiğini... Daha önce böyle büyülü bir anım olmamıştı. Gözlerimden yaşlar boşaldı.
Kainatın sırrı gözlerimin önünde kendini sereserpe yaymış öylece duruyor. Öyle mütevazi ki; buna dayanabilmek mümkün değil...
İçeri giren hemşireye zorlukla “beni toprağa götürün!” diyebildim. Halime öyle acıdı ki soru sormadı bile. O sonumun çok yakın olduğunu, sabaha çıkamayacağımı düşünüyor. Benimle konuşuyor durmadan. Sesi huzur verici... Ne kadar iyi ve nazik bir hasta olduğumu, beni kaybetmekten dolayı üzüntü duyduğunu ama huzur içinde ölebilmem için dua edeceğini, rahatlamam ve kendimi bırakmam gerektiğini söyleyip duruyor.
Ben ise sadece gülümsüyorum ona acı çekmediğimi belli etmek için... Kendimi çoktan bıraktım bile. Alete müteşekkirim. Keşke bunları ona anlatabilsem fakat artık konuşsam bile beni anlayamıyor. Oysa ben konuşuyorum bir bitki gibi...
Toprağa ayaklarımı daldırdım. Yumuşacıktı toprak, yeni sulanmış, serin ve nemli... Öyle rahatım ki şimdi... Bana karnını açtı toprak... İçinde beni büyütecek...
Yedinci Sabah
Artık bir bitkiyim. Yeniden evren oldum.