Bahçedeki fırının ağzından; özgürlüğe kavuşmak isteyen kocaman alevler, birbiriyle yarışarak dışarı çıkıyor, ninem aşevinden üzerinde ekmek şekline sokulmuş hamurların olduğu sofrayı, fırının yanına getiriyor. Ucu kıvrık uzun bir demirle, fırının içinideki ateşi karıştırıp, üzerine kalın odunlar atıyor. Ateş coşuyor, çatırdamaya başlıyor; etrafa kıvılcımlar saçılıyor. Üzerime kıvılcım gelirse yanarım korkusuyla birkaç adım geri çekilip izliyorum. Alevler iyice çılgınlaştı, nasıl korkmam! Alevler bitip, içerisi korla dolunca ninem, ucu kıvrık demir maşayla içerdeki ateşi kenara doğru iteliyor; sonra da sofra üzerindeki hamurların birinden bir parça koparıp, eliyle iyice yassılaştırıp fırına atıyor. Biraz sonra da piştiğine karar verip dışarı çıkarıyor. Eliyle vurup, üzerindeki külleri döküyor. Birkaç dakika bekliyor soğusun diye ve bana sesleniyor: -Gel kızanım, bak sana turta yaptım. Turtayı alıyorum, hâlâ çok sıcak. Ortadan kırıyorum, duman çıkıyor. Yarım parçanın birinden bir lokma koparıp, üfledikten sonra ağzıma atıyorum. Çok lezzetli... Kokuyu alan Akiş, kuyruğunu sallayarak yanıma geliyor, gözlerini üzerime dikmiş ekmek vermemi bekliyor. Bir lokma da ona koparıp, önüne atıyorum. Üzerine atlıyor, ağzına alıyor, çiğnemeye çalışıyor. Olmuyor. Dişlerine yapışmış, ağzından yere tükürüyor. Yemeyecek galiba! Hayır, tekrar ağzına alıyor; ama bu sefer çiğnemeyip bir kerede yutuyor. Gözleri gene üzerimde. Artık vermeyeceğim, zaten küçücük bir turta; ancak bana yeter. Ninem sofradan aldığı hamurları, üzerini biraz unladığı tahta kürekle kızgın fırına atıyor. Fırının ağzını teneke bir kapakla kapatıyor. Sokaktan gelen çıngırak seslerini duyuyorum, arkasından eşek anırmasını. Gidip bakıyorum.. Bir koyun sürüsü geçiyor.. Sürünün arkasında elinde sopası, eşek sırtında bir çoban. Sürünün her iki yanında, birer tane kocaman köpek. Akiş ayaklarıma dolanıyor. Sürünün köpeklerine hafifçe hırlıyor; hepsi bu... Saldırmaya pek cesaret edemiyor gibi geldi bana. Sürü, Kosvolu'nun kahvesine ulaşıncaya kadar arkasından bakıyorum. Sokağın alt tarafından su taşıyan bir kadın ve ondan birkaç metre geride iyi giyimli bir adam geliyor. Hayret, bu sokakta bu saatte hiç bu kadar trafik olmazdı! Adama dikkatli bakınca, onu tanıyorum: Köyün okulunun öğretmeni. Kamil öğretmen. Hemen tokattan dışarı çıkıp, hazırolda bekliyorum. Öğretmen tam yanımdan geçerken başımı eğip selam veriyorum. Selamımı alıyor ve gülümseyerek yoluna devam ediyor. Abilerimin ve ablamın öğretmeni. Zaten okulda tek o var ve her sınıfı okutuyor. Biz çocuklar, Kamil öğretmene selam vermeyi önemli bir davranış olarak kabul ettiğimiz için, bunu sonradan anne ve ninelerimize de anlatırız; onların aferinini almak için. Kamil öğretmen, öğrancileri tarafından çok seviliyor ve sayılıyor. Belki bunda Kızılpınar'lı olmasının da biraz payı vardır. Öğrencilerine sert davranmayan, onlara bilgi aktarmaya çalışan bir eğitimci olduğunu söylüyor öğrencileri. Kepirtepe Köy Enstitüsü'nden mezun olmuş. Abilerimden ve ablamdan duyduğuma göre, onlara gökyüzündeki yıldızları bile anlatmış. Bir gece dışarda otururken, abilerim ve ablam “Şuradaki Küçük Ayı. Hakikaten de ayıya benziyor. Bak, bak! Şu da Büyük Ayı takım yıldızı. Şu en parlak olan da Kutup yıldızı.” diye konuşuyorlardı. Onları biraz özenerek biraz da kıskanarak dinliyordum. Ama işin aslı, gökyüzüne baktım baktım, bir türlü ayıya benzer bir şey göremedim. O gecenin bu sohbetini ablamın “Şurada kara bir şey yürüyor!” diye bağırması bozdu. Ninem “Kirpidir o, kirpi be kızanım. Ti orda gidiye. Korkacak ne varmış!” Dedi. Daha önceki köye gelişimde, gündüz gözüyle kirpi görmüştüm. Sırtı diken doluydu. Ninem yakalamış, çiti ters çevirip hayvanı altına kapatmıştı. Eti şifalıymış. O günlerde de İstanbul'da oturan halamın kaynatası gelecekmiş ve bu adamın ellerinde egzama varmış. Kirpi eti bu hastalığa iyi geldiği için yiyecekmiş. O adam geldiğinde, ilk dikkatimi çeken elleri oldu. Yarı yarıya soyulmuştu elleri. Soyuk olan kısımlar bembeyazdı. Kirpiyi keserken ben bakamadım, ama etini yerken gördüm. Beyaz, tavuk etine benziyordu. O gece yataklar, yorganlar sap tepesinin yanına getirildi, yatmadan önce etrafı seyrettim. Fazla bir şey görülmüyordu. Sadece ağaçların ve evlerin silüetleri... Ortalık sessiz sayılırdı, cırcır böceklerinin ve kurbağaların sesleri de olmasaydı. Ninemin evinin olduğu yer tepedeydi, o nedenle derenin, demiryolunun olduğu taraf çok ilerilere kadar görülebiliyordu. Çerkezköy tarafında birkaç lamba ışığı vardı. Sol taraf ise hiç ışıksızdı, ıssız bir yer izlenimi veriyordu bu yüzden. Yattık. Küçük abim “Yıldız kaydı” dedi. Ben de görmüştüm, gökyüzünde bir ışık, bir müddet aşağı doğru gidip kayboldu. Büyük abim “Tamam, konuşmayalım artık. Uyuyacağız.” dedi. Yol tarafından bir adamın öksürük sesi duyuldu. Kosvolunun kahvesinden evine giden biri. Öksürük sesini köpek havlamaları izledi. Sonra, sokak gene derin bir sessizliğe teslim oldu. Gözlerim gökyüzünde Küçükayı ve Büyükayı takım yıldızlarını ararken uyuyup kalmışım. Sabahleyin uyandığımda yorganın ıslandığını farkettim. Gece çiy yağmış. Ninem fırının kapağını açıyor. Ekmek kokusu her tarafı sardı. Kürekle ekmekleri tek tek çıkarıp sofranın üzerine dizdi. Sofrayı aldı, aşevine götürecek. Akiş etrafında dönüyor, onu kovaladı. Üç-dört adım atınca, bu sefer bir tavuk ayağına dolandı, ona da söylene söylene içeri girdi. Yarın inekleri gütmeye gitmek istersem bu gece erken yatmalıymışım. Ninem öyle dedi. Ben de akşam yemeğini yer yemez yatıp uyudum. (Devam edecek...)
|