Doğup büyüdüğüm kasabada bıraktığım, hatırlamak istemediğim 4 numaralı olay... İlk üçü mü? Söyledim ya, hatırlamak istemiyorum. Belki sonra...
Evimizin tam karşısında, ahşap ve kerpiçten yapılma, bahçesinde dev bir dut ağacı olan 2 katlı bir ev vardı. Herdemler'in evi... Çok aykrı bir aileydi. Muhafazakar bir kasabanın, iki cami arasındaki bir mahallesindeydik ve onlar Cuma, cenaze, hasta dinlemeden, bahçede gece eğlenceleri düzenler, içip içip naralar atar, yüksek sesle, o iğrenç oyun havalarını dinlerlerdi. Çok kez mahalleliyle kavgalarına şahit olduk. Ama kapı kapıya oturmamıza rağmen bizimle hiç sorun yaşamadılar. Galiba bizim ailenin her iki grubada ait olmamasıydı bunun nedeni. Biz hem beynamaz, hem Yeşilaycıydık. Baba Kamil Herdem, kamyoncuydu. Bakmayın adının 'Kamil' olduğuna. Kasabada adı 'Deli Kamil' di. Aslında bütün ailenin ön adıydı bu. Anne 'Deli Melahat', büyük oğlul 'Deli Halim', küçük oğul 'Deli Yalman'. Her tarafına kadın arabeskçlerin fotoğrafları yapıştırılmış külüstür bir Bedford'ları vardı. Yoldan geldiğinde saat kaç olursa olsun, Kamil'in o iğrenç kamyona verdiği aragazının sesiyle uyanırdı bütün mahalle. Ama kimse çamura taş atmak istemezdi. O nedenle bu böylece sürüp gitti. Hatırladığım en kuvvetli patırtı, mahalle muhtarının karısının ağır hasta olduğu bir gece yaptıkları gece aleminde çıktı. Muhtarla oğlu kapılarına dayandı, bıçaklar çekildi. Polis gelmese daha kötü şeyler de olabilirdi. Ben de çok ayıplamıştım, insan komşusunun hastasına biraz saygı göstermeli yani... Büyük oğul Halim, hem belediyede çöp kamyonu kullanır, hem de boş zamanlarında babasıyla çalışırdı. Yalman içlerinde 'deli' sıfatını en hakedenleriydi. Abim anlatırdı hep: "Bu Yalman sahi deli. Saklambaç oynarken tabutun içine saklanırdı." diye. Hayatın akıntısına kendini bırakmış, kendinden başka kimseye zararı da, faydası da olmayan biriydi. Severdi onu mahalleli. Onlarla küs olanlar bile. Mahallenin fırınında çalışıyordu en son hatırladığım, askere gitmeden önce. Bahsedeceğim olay yaşandığında, ben orta birinci sınıfın ikinci dönemine yeni başlamıştım. Yani 1993 Şubat'ı. Yalman askerden geleli 4 ay olmuştu. Haftasonu tatili olduğundan evdeydim. Odam zemin katta olduğu için, dışarıda bir tuhaflık olduğunu hissettim. Annemin ve mahallenin diğer kadınlarının homurtuları geliyordu. Dışarı çıktım. Kadınlar bizim kaldırımda toplanmış, endişeli gözlerle birşeyler anlatıyorlardı. "Kamil öldü diyorlar, Yalman'a birşey olmasa bari!" Anneme ne olduğunu sordum. "Deli Kamil kaza yapmış diyorlar. Yalman da içindeymiş. Kamil ölmüş diye duyduk. Yalman ne oldu bilmiyoruz." Çocukluğun da verdiği bir umursamazlıkla fazla ciddiye almadım. Mahallenin karafatmalarının yaydığı balon bir haberdi bence. Tekrar odama döndüm ve TV ye daldım. Ama karşı tarafta, Herdemler'in evinde kalabalık artmaya başlayınca tekrar çıktım dışarı. Bir kaza olduğu doğruydu, "Kamil ölmüş" diye konuşuyordu herkes. Ankara yolundaki hemzemin geçitte trenin altında kalmışlar. "Tren Kamil'in olduğu taraftan vurmuş." Yalman'a ne olduğunu kimse bilmiyordu, çünkü tüm aile Ankara'ya gitmşiti kazayı haber alınca. Herkes Ankara'dan gelecek cenazeyi bekliyordu. Ankara bizim kasabaya otobüsle 3 saat kadar sürüyordu, arabayla daha da az... Çok geçmeden bir minibüs durdu evin önünde. Bir uğultu, bir telaş. Ağlayanlar, ağıt yakanlar. Kamilin Karısı Melahat'i gördüm kalabalığın içinde. Minibüsün yanına yatmış, siyah mantosu toz, çamur içinde saçını başını yoluyordu. Kalabalık biraz sakinleyince araçtan kafasında sargılarla bir adam indi ağlayarak. Gözlerime inanamadım, donup kaldım öylece. Adamı gören herkes hortlak görmüş gibi bir daha baktı. Kamil'di bu. O halde cenaze kimdi? Yalman, Yalman abi... "Allah'ım ne olur o olmasın!" dedim içimden. Ne yalan söyleyeyim, babası olsa çok üzülmezdim. Az uykumdan uyandırmadı beni sınava gireceğim sabahların gecesinde. Ama Yalman Abi başkaydı. O ailenin en temiziydi. Ben de severdim o delidolu genci. Daha bir kaç gün önce bana nasıl motorsiklet sürüleceğini öğretmeye çalışmıştı. Tabi gücüm direksiyonun ağırlığına yetmeyip kaldırıma çıktığım için bir daha denemedi. Kızmadı da rahmetli. Saçımı karıştırıp: "Biraz daha büyüyünce" dedi. "Rahmetli diyorum şimdiden" diye düşündüm. Oysa inanmak istemiyordum öldüğüne. O daha çok gençti. Maalesef doğru çıktı söylentiler. Bir saat kadar sonra ambulansla cenazesi geldi. Mahalle birden kalabalıklaştı. Arkadaşları, akrabaları, her yanımda ağlayan insanlar vardı. Sonunda bende dayanamadım, koyverdim makaraları. Oysa anneannemin cenazesinde bile ağlamamıştım. Demekki gerçekten sevdirmiş kendini herkese rahmetli. Bahça kapısından girdiğimizde ağabey Halim ile birkaç mahalleli erkek tahta sedire oturmuşlar, yüksek sesle bir şeyler tartışıyorlardı. "Vermem" diye bağırıyordu Halim. Elini arkasına götürmüş birşey saklıyordu. "Vermem. Onu gece yanımda yatırmadan gömdürmem." İyice yanına sokulunca, arkasına sakladığı şeyin sicime bağlı bir anahtar olduğunu gördüm. "Lan ver şu kömürlüğün anahtarını." diye ısrar ediyordu kalabalık. "Vermem. Su ısıtacaksınız değil mi? Bugün gömdürmem aslanımı, gece koynumda yatırmadan. Daha Almanya'daki bacısı gelecek." Ama Halim laf anlamıyordu bir türlü. "Yav vallahi su ısıtmak için değil Halim. Misafirler dondu oğlum içeride. Sadece sobayı yakacaklar. Sana ben söz veriyorum. Yarın kaldırırız cenazeyi. Banada mı güvenin yok evlat?" Mahallenin büyüklerinden Recep Amca araya girince yumuşadı Halim sonunda da, verdi anahtarı. Gelenler, gidenler, yakarışlar, ağlayanlar, bayılanlar derken hava karardı. Sonunda Almanya'daki abla da geldi. Onlar kapıdan girince biraz hızını kaybetmiş olan koro yeniden hareketlendi. Artık misafirler sığmadığı için kadınlar alt kata, erkekler üst kata alınıyordu. Babam da gelince ben annemin yanından, erkeklerin katına çıktım. Hata ettiğimi çok sonra anlayacaktım. Biraz oturduk erkeklerle. Sonra ben karşıdaki, cenazenin konulduğu odaya daldım. Bizim insanımız çocuktan cenazeyi sakınma gereği duymazlar. Cenazeyi sergilemekten çekinilmediği için çoğu kez çocuklar da şahit olur bu manzaraya. Hatta ceset nasıl kokar, onu bile bilirim. Yani göreceğim ilk ölü olmayacaktı bu. Ama bu odanın kokusu başkaydı. Ağır bir kolonyayla harmanlanmış, yoğun tütün ve çürümüş et karışımı gibi kokuyordu. Yüksekçe bir divanın üzerine koymuşlardı cesedi. Üzerinde beyaz bir çarşaf, karnında kocaman bir bıçak vardı. Bazen büyükler ne kadar da gerizekalı olabiliyor. Odada benimle birlikte 3-5 çocuk daha olduğu halde, hıyarın teki kaldırıverdi cesedin yüzündeki örtüyü. Gördüğüm diğer ölülerden pek farkı yoktu. Yalnızca alnında, kurumuş, hafif kan lekeleri vardı. Biraz daha sokuldum divana ve cesedin normal olmadığını işte o zaman farkettim. Sol taraftan anlayamamıştım ama yaklaştığımda gördüm ki Yalman'ın kafatasının sağ kısmı perişan olmuştu. Derisi sıyrılmış, solgun olan diğer tarafa göre daha parlak bir renk almıştı. O koyu mavi gözlerinin sağ tarafta olanının çukuru ezilmiş, göz küresi bir porselen misket gibi belirginleşmişti. Kulağının olması gereken yerde, ne olduğunu anlamadığım bir et parçası duruyordu. Çene kemiklerinin birbirine kaynayan eklem noktaları apaçık belliydi. Çeneni sağ tafafı tamamen açılmıştı. Çürümüş olan azı dişini bile gördüğüme yemin edebilirim. Anlaşılan darbeyi bu kısımdan almıştı. Dedim ya bazen büyükler ne kadar da gerizekalı olabiliyor diye. Gördüğüm bu manzara yıllarca sürecek bir psikolojik travmaya itecekti beni. Çok korktuğumu hatırlıyorum. Ama gözlerimi cesetten alamadım bir türlü. Sanki anormal olan bir şeyler olduğunu hissetmiştim. Sonra sessizliği oturma odasından gelen babamın sesi bozuverdi: "Ya Kamil Ağa. Tren senden tarafa vuruyor da sen nasıl kafanda ufak bir yarayla kurtuluyorsun?" Yanında oturan amcamın "Sırası mı şimdi" der gibi babamın dizine dürttüğünü gördüm. Kamil bir ara afallasa da: "Allah'ın takdiri işte. Keşke Yalman'ıma bir şey olmasaydı da ben un ufak olsaydım. Daha düğününü bile göremedim yavrumun." diye feryat etti. Yaşadığım dehşetten çok kokunun etkisinde kalmıştım. Kolonya, tütün, çürümüş et...Birden Yalman'ın sağ gözünün kenarında sarı, altınımsı, metalik bir cisim farkettim. İyice yaklaştım, cesede doğru eğildim. Büyükler kazanın tahlilini yapmakla meşgul oldukları için beni farketmiyorlardı. Odada üç çocuk ve bir iki ihtiyar dışında kimse yoktu. Elimi uzattım ve cismi yakaladım. Yalman'ın kapalı göz kapağında bile kan vardı. Ağzının sağlam tarafı hafifçe aralanmış, morarmış dili gözüküyordu. Cisim yuvarlak, sarı bir metaldi. Hafif deforme olmuş duruyordu. Birazı ete saplanmıştı. Bir çiviyi söker gibi sağa sola sallayarak çıkardım. Elimi hafifçe çekerken gözlerim Yalman'a kaydı. Birden açlıverdi gözleri. Sinirli bir şekilde bana bakıyordu. Patlayan gözü ışığını yitirmiş, grimsi bir renk almıştı. O an ayaklarımdaki bütün kan beynime hücum etti sanki. Belimden aşağısı felç olmuş gibiydi. Kafatasımdan içeri bir kazan kızgın neft yağı boca ettiler. Bağıramadım bile, gözlerimi kapayabildim sadece. Bir süre öylece kaldım. Ağlamak istiyordum, ama ağlayamadım. Karşı odadakilerin sesleri, sanki suyun altındaymışımcasına boğuk birer homurtu olarak geliyordu. Derin bir nefes aldım. Usulca tekrar araladım gözlerimi. Kapalıydı. Evet... Yalman'ın gözleri kapalıydı. Üstelik elimde metal cisim falan da yoktu. "Ne aptalsın" diye düşündüm içimden. Ayak üstü hayallemiştim doksanlık moruklar gibi. Bu kadar korku fazlasıyla yetmişti bana. Babamın yanına oturmaya karar verdim. Elimi çekip dönecekken. Bir el yakaladı bileğimden. Yüzük ve serçe parmakları yamru yumru olmuş, bileğinden elime doğru sıcak kaygan bir sıvı akıyordu. Hayır, kan değildi. Şeffaftı ve sümüksüydü. Eklem sıvısı... Önkolunun derisi tamamen kalmış çift kemiğin içe bakan tarafındaki iki yerinden kırılmış sallanıyordu. Kolun sahibini görmek için başımı kaldırdım. Öfkeli, koyu mavi bir göz ile kanlı yuvasında bana sabitlenmiş gri bir küre bana bakıyordu. Yaklaşan bir trenin düdüğünü duyuyordum. "Ben değildim!" diye haykırdı. Sesi bir boruya üflermişcesine derinden ve kalın çıkıyordu. Tekrar "Ben değildim!" dedi. Konuşurken çene kemikleri yerlerinden çıkıp çıkıp oturuyorlardı. Tren sesi yakınlaşmıştı artık iyice. Kaçmak için göğsünden kuvvetlice itip geriye döndüm ve koşmaya başladım. Kolumdaki ağırlığı hissedince eğildim ve bileğimde sürüklenen kolu gördüm. Onun kolunu...Çıkarabildiğim kadar yüksek bir sesle: "Yardım ediiiiiin!" diye bağırdım. Birden oda boşaldı, sesler kesildi, karanlıktaydım. ne ceset, ne babam, ne amcam. Kimse kalmamıştı. Koku da gitmişti. Hemen ışığın düğmesine uzandım. Ortalık aydınlanınca derin bir "Oh!" çektim. Evimdeydim, yatağımda... Kötü bir kabus görmüştüm. Ee, 13 yaşında bir çocuğun, böyle feci bir şekilde ölmüş birini görmesine izin verirlerse olacağı budur. Herşey normale dönmüştü. Normal olmayan tek şey pijamamın önündeki ıslaklıktı. "Anasını da, kızını da!" diye söylenerek kalktım. Allahtan işimi tam bitiremeden uyanmışım. Işığı yaktım tuvalete gittim. Ben tuvalete girince koridorun ışığı söndü. "Anne ben kalktım, söndürme!" diye bağırdım. Tuvaletten çıkıp tekrar yaktım. Elimi yıkayıp kapıdan çıkarken ışık yeniden söndü. Hem de bu kez tüm ışıklar birden. O an kokuyu hissettim. Kolonya, tütün, çürümüş et... Ciğerlerime kadar işlemişti. Ve ses. Yaklaşan bir trenin düdüğü. Karanlığın en kör noktasında bir mavi, bir gri küre parladı....
DEVAM EDECEK

|