Uzun yıllar boyunca çok yer dolaşmışsanız ve bilimden başka da kuş tanımıyorsanız, başınıza gelmedik dert de kalmamıştır. Öyle ya, karşılaştığınız her olayı kesinlikle fiziksel bir temele oturtmak zorundasınız sonuçta. Mistik olaylar sizin için çözülmesi gereken birer bulmacadan başka bir şey değil. Ruhani olayları zaten pek takmıyorsunuz; “iddia eden ispat da ediversin”, diye topu onlara atıvermişsiniz. Geriye ne kaldı? Tamamen somut olaylara dayalı öyküler. Yani sizce ne vampirler gerçektir ne de kurt adamlar.
Yukarıdaki paragraftaki düşüncelerinize aykırı bir şeyler yaşamamışsanız, daha yaşayacak çok şeyiniz var demektir. Biraz daha olayların üzerine gidin bakalım; biraz daha kaşının… Sonunda aradığınızı bulacağınıza eminim. Başınıza gelecek en hafif olay benim başıma gelenleri aratmayacak derecede olacaktır.
Yine üniversite yıllarım. On iki kişilik bir ekip. Yine en gençleri ve ekip liderleri benim. Bu sefer ikinci liderimle aram da pek yok. Bir kere bana göre çok yaşlı; bana göre pek temkinli ve macera ruhu olmayan birisi. Her konuda seçenek çözümler üreten kontrollü bir lider. Ama o ikinci, bense birinci liderim. Yine de etkinlikte ikirciklik çıkarmasından çekindiğim birisi.
Yine Hasan Dağına tırmanacağız. Kış. Ayaz. Neyse ki, hava olabildiğince açık. Ama dağların ne yazına güvenilir ne de kışına. Bunu hepimiz biliyoruz.
Ekiptekilerin hepsi Türk. Kimi bilim insanı, kimi sanatçı. Herkesin elinde kaliteli fotoğraf makineleri. Herkes böyle bir geziye –belki de– hayatlarında sadece bir kez çıkabilecek. Gezilerini olabildiğince maceralı bir hale getirme çabasındalar. Ama ikinci lider, bakalım, buna ne kadar izin verecek.
Bu ekipte, yeni ayrıldığım Lale’min yerine koyabileceğini düşündüğüm bir Lale var. Bir fotoğraf sanatçısı. Aramızdaki birkaç senelik yaş farkını ne o önemsiyor ne de ben. Sürekli benim fotoğraflarımı çekiyor. Arkadaşları beni “Ceplerine dikkat et!” diye –şakadan– uyarıyorlar. Kleptomani tedavisi görmüş, iyileşmiş. “Kalbinden başka bir şey çalmam”, diyor. Gülüyoruz.
Tüm hazırlıklar tamamlandı. Yükler pay edildi. Sırt çantalarına yerleştirildi ve işte yine yoldayız. Otobüsten Bor yakınlarında bir yerde inildiğinde saat altı sularıydı ve hava çoktan kararmıştı. Yaklaşık yarım saatlik bir yürüyüşle önceden planladığımız ilk köye vardık. Köyde bizi muhtarın on dörtlük -bıyıkları yeni terlemiş- oğlu karşıladı. Köpek havlamaları arasında kısa bir yolculuktan sonra nihayet muhtarın evindeyiz.
Tipik bir Anadolu köy evi. Daha doğrusu misafir ağırlama salonu. Her yer minderlerle döşeli. Anadolu insanının el emeği, göz nuru işlemeli kilimler. Duvarda iki de saz asılı. Küçük bir odun sobası. Yanındaki teneke leğen içinde tezekler. Soba kıpkırmızı olmuş. Üzerinde büyük bir çaydanlık ve demliği. Bizi bekledikleri için çay bile hazırlanmış. “Ama servis yapan yok”, diye düşünürken önümüze büyük bir sini geliyor. Sonra içi yemeklerle donatılıyor. Yufka ekmekler de paylaştırılınca muhtar bir “buyurun” çekiyor. Yemekten sonra çay faslı başlıyor. Kimsenin yatmaya niyeti yok. Sohbet koyulaştıkça koyulaşıyor.
Muhtar anlatıyor: “Buralar pek tekin yerler değil. Bu karda kıyamette başınıza gelmedik kalmaz. Buradan sonraki köye sakın girmeyin”. Eliyle dağ tarafını gösteriyor. “Biraz yolunuz uzayacak, ama etrafından dolaşın. Keçi Kalesi köyünde hep kaçaklar yaşar. Kan davasından kaçanlardan tutun da kanlısını vuran katillere kadar. Jandarma kaç kez baskın yaptı, kimsecikleri bulamadı. Sanki yerin dibine giriveriyorlar. Öyle, tekin olmayan bir köy yani…”
Bir önceki kampımı yine Hasan Dağında yapmıştım. Ama o zaman yazdı. Tam zirvede yeni doğum yapmış bir kısrak, bir de ayakları üzerinde zor duran tay görmüştüm. Tayı köye getirdiğimde kısrak da bizi takip etmişti. Köylüler bu hizmetimden pek memnun olmamışlardı. Onlara göre hayvan “hayırlıysa” nasıl olsa doğumdan sonra köyüne tekrar dönermiş. “Hayırlı hayvan nasıl oluyor?”, diye sorunca anlatıyorlar: At, eşek gibi bazı hayvanlar doğum yaptıktan sonra köye dönmüyorlarmış. İzlerini takip ettiklerinde Keçi Kalesi köyünde sonlanıyormuş. Ellerinde mavzerlerle bu köye girme cesaretini gösteren delikanlılar da izlerin evlerin dibine kadar geldiğini, ancak evlerin tamamen boş olduğunu görüyorlarmış. Muhtar onaylıyor; “Aynısı, bizim köy için de geçerli”, diyor. “Biz de giden hayvanlarımızı aramaktan vazgeçtik”.
Köyün okumuşları. Bir öğretmen ve bir ebe. İkisi de genç. Muhtarın yanında pek konuşmuyorlar. Sadece muhtarın konuşmalarını onaylayan birkaç kelime ediyorlar. Ebeden başka, bayan olarak, bir de öğretmenin hanımı. Diğerleri hep erkek. Bizim ekipte de beş bayan var. Önce bizim bayanlar sızıyorlar. Mistik konuşmalara ilgi yavaş yavaş yoğalıyor. Yorgunluktan biz de sızmak üzereyiz. Nihayet esnemeler etkisini gösteriyor. Muhtar “Sizi bırakayım da yatın”, diyor. Yan odadan yatak ve yorganlar geliyor. “Bizim uyku tulumlarımız var”, lafını duymazlığa geliyor. İşte yine biz bizeyiz.
İkinci liderim yüzüme ters ters bakıyor;
O köye gitmeyi düşünmediğine eminim. Yine de yüzündeki ifadeyi beğenmiyorum.
Niye? Ne sakıncası olabilir ki? Onlar da insan sonuçta. Biraz da onları dinlesek…
Köyün yamacında görünür görünmez, seni birileri (kanlıları filan) sanıp kurşunu yapıştırırlar. Bu kadar insanı nasıl tehlikeye atıyorsun?
Haksız da değildi, yani. Ekiptekiler ikiye bölünmüşlerdi. Kimi gidelim diyordu, kimi de korkusuna yenik düşüyordu. Sonunda gitmeme kararı alındı ve yattık. Sabahın altısında, tertemiz, yıldızlarla dolu bir gökyüzü altında yola çıktık. Kahvaltı etmemiştik. Gün ağarmamıştı henüz. Saat sekiz gibi bir mola verip güzel bir kahvaltı sofrası hazırladık. Kahvaltının uzun sürmemesi konusundaki itirazlarım pek önemsenmeyince ben de onlara katıldım. Çay bile demlemiştik. Sonuçta ne olabilirdi ki? Çok çok zirveyi tamamlayamadan geri dönerdik. Önemli olan çıkış ve kamptı.
Öğle yemeğinde de biraz fazla zaman kaybedince, zirve işi iyice sallantıya düşmüştü. Saat 14.00 sularında önce hafif bir esinti çıktı. Yarım saate kalmadan da bulutlar üzerimize toplanmaya başlamışlardı. Daha yolun yarısına gelmemiştik ve bir de bunun dönüşü vardı. Çok geçmeden kuvvetli bir tipinin ortasında bulduk kendimizi.
Önce bivak torbalarımıza girdik. İlk on beş dakika tipinin hızının kesilmesini boşuna bekledikten sonra, dönüş hazırlıklarına başlanmasını istedim. Ancak ikinci lider kendinden beklenen ikircikliği yaparak “Ne olursa olsun çıkalım”, dedi.
Bu koşullarda tırmanışı tamamlamak pek zor olmayacaktı aslında. Sadece dönüş yolunda karanlığa kalacaktık. “O zamana kadar tipi diner”, diye düşünerek kabul ettim ve çıkışa devam edildi. Tipi altında oldukça zor bir tırmanıştan sonra akşam saat altı sularında zirveyi tamamladık. Şimdi bu karanlık havada ve dinmemiş olan tipi altında bizi bekleyen zor bir iniş vardı önümüzde.
Tipi ve beyaz karanlıkta ne el fenerlerimiz iş görüyordu ne de pusulalarımız. Boynumdaki barometre sürekli kötüleşen hava koşulları nedeniyle ayar tutmaz olmuştu. Yani her yerde olabilirdik. Ona rağmen inişe devam ettik. Sonunda nasıl olsa dağdan inecek ve bir yerlerde kamp kurabilecektik. Ertesi gün de yolumuzu rahatça bulma şansımız olabilecekti. Ya da biz öyle sanıyorduk…
Karların içine gömüle gömüle, tökezleyip düşe kalka zor bir iniş yapıyorduk. Herkes birbirine yardım ediyor, birbirimizden fazla ayrılmamaya özen gösteriyorduk. Sürekli, geride birinin kalıp kalmadığını kontrol ediyor; sorumluluğumu –bu saatten sonra da olsa– yerine getirmeye çalışıyordum. Nerdeyse gece yarısıydı ancak sonunda eğim azaldı ve tipinin içerisinden bir ev seçebildik. Aslında eve öyle yakındık ki seçmemek olanaksızdı. Bir köye gelmiştik. Ama hangi köye? Bu yorgunluktan sonra neresi olursa olsun fark etmeyecekti.
İçeride zayıf bir ışık vardı. Bir gaz lambası olabilirdi. Tahta kapıyı çalıp bekledik. Kapının tarafı rüzgar almıyordu. El fenerlerimizle kapı civarındaki izleri incelediğimizde sadece bazı nal izleri görülüyordu. Ayakkabı izi olmamasını köylülerin kar hediği giymiş olmasına bağladık. Kapının açılması biraz gecikmişti. Uyuyor olabilirlerdi. Tekrar denedik. Bu sefer fazla beklememize gerek kalmamıştı. Önce aralandı sonra da açıldı. Kahverengi giysiler içinde uzun boylu, iri yarı, sakallı bir adam göründü. Arkasından vuran hafif ışık altında hayvan gibi görünüyordu.
Başımızdan geçenleri anlatmaya başladım. Ama o sözümü bitirmeme fırsat vermeden kaba ve daha önce hiç duymadığım bir aksanla bizi içeri davet etti. Sesi genizden geliyor gibiydi. Ekiptekiler içeri girip girmemekte tereddüt ediyorlardı. O sırada adamın yanına kısa boylu bir kadın geldi ve daha yumuşak bir sesle –ama aynı aksanla– “Üşümüşsünüzdür, içeri girsenize”, dedi.
Evin içi insan doluydu. Ama hayatımda gördüğüm en garip köy eviydi. Evde ne bir eşya vardı ne de bir ışık kaynağı. Ama birbirimizi görebileceğimiz kadar da olsa aydınlıktı işte. Yerler otlardan örülmüş hasır benzeri bir şeylerle kaplıydı. Balçıkla sıvanmış duvarların ısıyı yalıttığını düşünsek de sıcak sayılacak bu ortamı ne ile sağladıklarını anlamamıştık. İçeri girdik. Herkes bir yerlere oturdu. Ekip arkadaşlarım soran gözlerle birbirlerine bakıyorlardı. Evin içerisinde yirmi kadar kadınlı erkekli çocuklu insan vardı. Soran gözlerden gözlerimi kaçırsam da kafamda cevaplayamadığım ama cevap bulmaya uğraştığım bin türlü soru vardı.
Evde niçin hiç eşya yok? (Burası bir çeşit toplantı salonu olabilir.)
Niçin girişte hiç ayakkabı izi görmedik? (Kar hediği kullanmış olabilirler.)
Kapı kenarındaki nal izleri…? (İçeri malzeme taşınmış olabilir.)
Ya ışık kaynağı olmadan loş bile olsa aydınlık ortam? (…)
Ya ısı kaynağı olmadan sıcacık olan oda? (…)
Ya aksanları, ya tüm ev sahiplerinin üzerindeki koyu renkli tulum benzeri giysiler…
İkinci lidere baktım. Ağzını bıçak açmıyordu. Yüzü ya ısıdan ya da korkudan kıpkırmızı olmuştu. Lale de yanıma sokulmuş kolumu –acıtacak kadar kuvvetli– sıkıyordu. Ne bizimkiler konuşuyordu ne de evdekiler. Bir ara ev sahibi kadınlardan ikisi daha önce fark edemediğimiz bir kapıdan yandaki odaya girdi. Bir süre sonra da önümüze tahta tencere benzeri bir şeyin içinde bir çorba getirdiler. Yine tahta kaşıklar topluca önümüze konuldu. Kimsenin yemeye niyeti yoktu. Gözler benim üzerimdeydi. Önümdeki kaşıklardan birini aldım çorbanın tadına baktım. Bir çeşit sebze çorbası olmalıydı. Bulamaç görünümüne rağmen tadı çok güzeldi. Önce Lale, sonra da tüm ekip, kaşıklarını alıp çorbaya giriştiler. O yorgunluğun üzerine –sıcak değil, ılık da olsa– çok iyi gitmişti. Doyan karınları baygın –yorgun– gözler izlemeye başlıyordu.
Bize kapıyı açan adam, içlerinde en iri yarı olanıydı. Kendi aralarında hırlar gibi konuşan ev sahipleri içinden bizimle ilgilenen tek kişi de oydu. Yorgunluktan birbirlerine sokulup uyuklayan arkadaşlarımı süzdü, sonra bana dönüp yatmak isteyip istemediğimizi sordu. Konuşması zor da olsa anlaşılıyordu. Sohbet etmek istemediği belliydi. Yine de dayanamadım, köyün adını sordum.
Çığlığı kim attı, hatırlamıyorum. Ama birkaç kişi de olabilirdi. Bizim kızlardan bazıları ellerini ağızlarına kapatmış fal taşı gibi açılmış gözlerle bana bakıyorlardı. Ev sahipleri ise bir şey duymamış gibi birbirlerine sokuldular. Misafirlerine aldırmadan önce çocuklar ve kadınlar, sonra da erkekler uyumaya başlamıştı. Loş ışık gittikçe kayboluyordu. Biz de birbirimize sokulduk. Dışarıda iyice artmış olan rüzgarın sesinden başka bir şey duyulmuyordu. Kimsenin uyuyabileceğini sanmıyordum. Ama ertesi gün, gece sönen ışıkla beraber hepimizin uyuduğunu öğrenecektim.
Sabahın ilk ışıkları oldukça yüksek ve küçücük pencerelerden göründüğünde hepimiz ayaktaydık. İçeride bizden başka kimse yoktu. Evin tek eşyası sayılabilecek altımızdaki hasır da aslında kuru otlardan başka bir şey değildi. Gece bize yemek getiren ev sahibi kadınların girip çıktıkları kapının yerinde sadece duvar vardı. Odada başka bir kapı da göremedim. Burası ahır gibi bir yerdi ve tek kapısı vardı. Tahta kapıyı açıp dışarı çıktım. Saat sekiz civarıydı ve nefis bir gün başlıyordu. Keçi Kalesi köyündeki “diğer evlere de bir göz atalım” dediğimde nerdeyse dayak yiyecektim. O kamptan elimizde sadece Lale’nin arakladığı tahta kaşık anı olarak kaldı.