... Bam Bam’ın evi, evden çok bir spor salonunu andırıyordu. Bir halter masası, küçük ağırlıklar, yaylar, bir barfiks demiri… Teneke ile aletlerin arasından geçip, elimizdeki pazar poşetlerini mutfağa bıraktık. Her hafta, üç bekâr pazara birlikte çıkar, ilk olarak Bam Bam’ın evine uğrardık; çünkü evi pazara çok yakındı. Bizim erzakı da berber İzzet Abi’nin dükkânında bırakır, dönüşte alırdık. Teneke elindeki karpuza bakıp bakıp Bam Bam’ın yaptığına gülüyordu hâlâ… Tanrı, bacaklarından aldığı kuvveti kollarına vermiş bu çocuğun! Düşünebiliyor musunuz? Şaka gibi; karpuzla hırsız hakladı herif! Ama çocukluktan belliydi bunun bu deli kuvvetine sahip olacağı… Biz, mahalledeki mescidin oluklu çeşmesinden doldurduğumuz o dev su bidonlarının birini, sürüyerek zor taşırken, o iki eline birer bidon alırdı. Bilek güreşinde, sapan atmada, koşuda, ağaca tırmanmada… Onun bileğini bükebilenimiz çıkmamıştı. Mahalledeki çocukların en irisi olarak, Bam Bam’ın gerisinde olmayı kendime yediremezdim için için. Ama çok severdik birbirimizi; elimize üç kuruş geçse köfteciye koşardık. Bam Bam, Teneke, rahmetli Cengiz… Cengiz, ben akademiden mezun olduğum yıl Diyarbakır’da şehit olmuştu. Bizim dörtlüden geriye üçümüz kalmıştık. Bam Bam; yani Nuri… O uğursuz yaz… Çocuğa nazarımız mı değdi nedir? Bir Cuma günüydü; yaz tatiline girmenin verdiği azgınlıkla yerimizde duramıyorduk. Nuri, tüm karşı çıkmalarımıza rağmen mahallemizin cadısı Azize Teyze’nin bahçesindeki karadut ağacına çıkmıştı. Azize’nin elinden kurtulsa bile annesinden kötek yiyeceği aşikârdı; çünkü karadutun lekesi asla çıkmazdı kıyafetinizden, hatta elinizden bile. Cumaya yarım saat falan vardı, arkadaşlarla şadırvanda abdest alırken duyduk Azize’nin o meşhur cırlamasını. “Köküne kıran giresiceeee!” Ardından bir düşme sesi, böyle; çam devrilir gibi… “Bam Bam!” diye haykırdım. Hemen dut ağacına doğru koştuk; imamımız Vahdettin de o yaşlı bacaklarıyla bize yetişmeye çalışıyordu. Nuri, altı metrelik ağacın dibinde hareketsiz yatıyordu. On yaşındaki bir çocuğa değil de, ihtiyar bir adama aitmiş gibi duran bembeyaz saçlarından kan süzülüyordu. O gün onu ayakları üzerinde gördüğümüz son gün oldu… Beli kırılmış, omuriliği zarar görmüştü. Artık ömür boyu kullanamayacaktı bacaklarını. Bizimle buzda kayamayacak, zillerle basıp kaçamayacaktı; bisiklete binemeyecek, tek kale oynayamayacaktı. Dalmış gözümü kırpıştırdım. Bam Bam’ın duvarında gördüğüm şey beni geçmişten günümüze döndürdü. Ceviz bir çerçevenin içerisinde, üzerinde kas yığını bir adamın resmi olan, “DÜNYA TEKERLEKLİ SANDALYE VÜCUT GELİŞTİRME ŞAMPİYONU” yazılı ödül… Bizimki, hayata gıcıklık yaparcasına vücut geliştirmeye merak sarmıştı sakatlandıktan sonra. Fena da sayılmazdı hani bu işte; hatta çok iyiydi. Küçük bir karpuzu oturduğu yerden yirmi metreye fırlatabilmesinden belli değil mi? Belden yukarısı tepelerle, çukurlarla vadilerle dolu bir araziyi andırıyordu. Kolları somun gibi kabarmış, damarları çatal çatal olmuştu. Şimdi gözüme takılan, aldığı onlarca ödülden sadece bir tanesiydi. Onun, hayata küsmeyip kendine böyle bir yol çizmesine çok sevinmiştik ama bu kadar abartacağını düşünmüyorduk. Gece on birden, sabah yediye kadar Fuat Hoca’nın kafesinde hamburger pişiriyor, iş bitiminde de sabah kahvaltısını (mesela bir kangal sucuk ve üç yumurtayla yaptığı omlet) ettikten sonra antrenmana girişiyordu. Şampiyona zamanları günde bir buçuk-iki kiloya yakın et yediği oluyordu. Öğleden sonra üçe kadar sekiz saat antrenman yapar, sadece saat on ikide öğle yemeği için ara verir, üçten yediye kadar uyur, gece işe gidene kadar da bizimle takılırdı. “Arnold Sıçarkenezer! Biz gidiyoruz, çilekleri dolaba yerleştirmeyi unutma! “ diye bağırdı Teneke. Başparmağıyla “tamam” işareti yaptı Bam Bam. “Teşekkürler çocuklar, akşam kafeye bekliyorum, gecikmeyin,” Asansörden adımımızı atınca bizi karşılayan küf kokulu koridoru geçtik ve apartmanın dış kapısından dışarı çıktık. Parlak güneş gözümü aşırı derecede rahatsız etmişti, bütün görme yükünü tek başına üstlendiğinden mi nedir, sağ gözüm aşırı hassastı. Elimi alnıma siper yaparak yürüdüm bir süre. Beş yüz metre kadar sonra İzzet Abi’nin berber dükkânına geldik. “Ben dükkanı açayım, sen poşetleri alıver,” dedi Teneke. Berberle bitişik olan av bayiini işletiyordu. Rahmetli babasından kalmıştı ona bu dükkân. Ben İzzet Abi’nin kapısından girerken, Teneke’nin kaldırdığı kepengin gıcırtıları tüm arastayı inletiyordu. “Şu kepenkleri yağlatamadık bir türlü deli oğlana,” İzzet Abi’nin derisi buruşuk gözleri, kalın çerçeveli gözlüklerinin ardından gülümsüyordu. “Haklısın, tembel işte. İnsan hazır dükkâna konunca kıymetini bilmiyor,” diye hak verdim ona. Biz gülerken, sırtıma inen bir yumrukla sendeledim. Arkama dönünce, hınzırca sırıtan Teneke’yi gördüm. “Beni mi çekiştiriyorsun lan!” İzzet Abi piknik tüpünün üstündeki demliğin kapağını açıp şöyle bir kokladı. “Haydi, bırakın tatavayı da iki bardak da kendinize alın içeriden. Kaynananız seviyormuş.” Bizim hınzır cevap vermese ölürdü, “Kaynanamız sevmese de olur İzzet Abi, kızı sevsin yeter,” Güldüm; “Ne kızı oğlum, seni benden beni de senden başka çeken olmaz bu dünyada. Tek tabanca geldik, tek tabanca gideceğiz bu diyardan.” Yan yana sıralı sehpaların önündeki sandalyelerden birine oturdum; dükkânın asla değişmez günlük gazetesini elime aldım. İzzet Abi bana göz kırptı, “Evlat, isterseniz sizi benim torunun yanına göndereyim. Hollanda’ya… Ha, ne dersiniz?” Teneke, elinde iki bardakla, homurdanarak geldi ve karşıma oturdu. “Ya İzzet Baba, sen de mi uydun buna!” İzzet Abi, kıkırdayarak elindeki önlüğü katladı ve çekmeceye koydu. Yanıma oturduktan sonra elini dizime vurdu. “Eee, Nuri nasıl bakalım?” Benden önce Teneke cevapladı: “Nasıl olsun. Yine bir turnuva varmış; ona hazırlanıyor.” Bir çay doldurup bana uzattı. “Şu kafanı kaldır da yüzünü görelim, ilk defa mı gazete okuyorsun?” İzzet Abi böyle deyince gazeteyi olduğu gibi katlayıp yanımdaki sandalyeye bıraktım. Teneke, eline demliği almış ikinci çayı döküyordu kendine. İzzet Abi ile gözgöze geldik ve kahkahayla gülmeye başladık. Teneke bir ona bir bana tuhaf tuhaf bakıyordu. “Ne var ya; neye gülüyorsunuz?” Gülmesini bastırmaya çalışarak cevap verdi İzzet Abi: “Ulan biz daha çayın şekerini atmadan sen dikiverdin kafaya. Şifa olsun da aslanım, ağzın, miden falan yanmıyor mu senin?” Gülüyorum diye çayı dökmüştüm elime iyi mi? “Abi, biz ona niye Teneke diyoruz sanıyorsun?” Biz gülerken, Teneke sinirli sinirli bakıyordu. Yandaki sehpada duran peçete paketine uzandım. Paketten bir peçete çıkarmaya çalışırken az önce sandalyeye bıraktığım gazeteye takıldı gözüm. Arka kapakta bir başlık… “NAMUS CİNAYETİ" Gazeteyi elime alıp alt başlığı okudum. "Baltacı Mehmet Paşa Lisesi’nde Din Kültürü Öğretmeni olan A.E. sevgilisinin kocası ve akrabaları tarafından pompalı tüfekle vurularak öldürüldü…” Haberin hemen yanındaki vesikalık fotoğrafa kaydırdım bakışlarımı. Yana taranmış kumral saçlar, kızılımsı bir pos bıyık, yeşile çalan çakır gözler, o çok sevdiği kahverengi kadife ceketi ve lila gömleği... Resimdeki, lisedeyken en sevdiğimiz hocamız olan Ali Erdoğdu'ydu…

|