Bastığınız her yeri gıcırdayan güngörmüş Türk evlerine has, o burcu burcu eski eşya ve yanık soğan karışımı kokan salonun ortasında, beyaz üzerine siyah turna motifli sofra bezinin altına yarım yamalak girmiş olan Seydi Efendi, memnuniyetsiz bir ifadeyle bir kahvaltı tepsisini, bir karısını süzüyordu. “Menemen, yumurta, patates! Başka yemek bilmez misin kadın sen?” Karısı, “üstüme iyilik sağlık” der gibi bir hareketle omzunu silkeledi. Yekpare kaşlarını çatarak baktı kocasına. “Tövbe tövbe! Sen ne zamandır yemeğe nazlanır oldun adam? Bulduğuna şükretmez de…” “Ekseri yumurta yemekten kurdeşenler çıktı oramda buramda! O kadar çok yumurta heba ettin ki tavuk nesli tehlikeye girdi senin yüzünden.” Kadın, ya sabır çekerek kafasını burdu. “Beğenmiyorsan kalkar kendin yaparsın; öğlene kadar fosur fosur uyuyacağına!” “Ben yapacaktım da seni ne diye aldım lan karı? Dükkâna gel, atları sen çak da ben yaparım o zaman yemekleri.” “Gözüne dizine dursun diyeceğim şimdi. Ne istedin de yapmadık şimdiye kadar? Adam uzaklara dalar gibi oldu; önce tebessüm etti, bir süre düşündü, sonra bulunduğu zaman ve mekâna geri dönerek suratını astı. “Bir gün olsun bir… Neydi yahu? Komodin… Sedir… Yok. Neydi be!” Kadın, kızgınlığını bastıran bir şaşkınlıkla Seydi Efendi’nin kendisiyle olan münakaşasını seyre daldı. Adamcağız, divan, sandalye diye sayıklayıp duruyordu. En sonunda dayanamadı. “Ne saçmalıyon herif sen? Ne sediri, ne sandalyesi? Kafayı mı üşüttün?” “Sen karışma. Geçen yaz Yenice’de bizim gelinin yaptığı dışı gevrek içi yumuşak şeyin adını hatırlamaya çalışıyom. Böyle ahşaplı bişeydi.” “Ahşap mı? Bana bak, yoksa karnıyarıkları içindeki kürdanlarla birlikte mi yedin?” “İçinde değil, a şapşal, adında ahşap bişeyler vardı. Adını geç; bayat ekmekleri dilimlemiş, üstüne peynir, sucuk, domates rendelemiş, sonra da kızartmıştı.” Ağzı öyle sulanmıştı ki daha fazla konuşamadı. Karısı, küçümseyen gözlerle bir böceğe bakar gibi baktı kocasına. “Be Allah’ın nalbandı! Daha yemeğin ismini bilmeden kafa tutmaya kalkıyon bir de… Kanepe o, kanepe!” Alaycı bir şekilde kahkaha attı. “Bütün mobilya mağazasını sayaydın bari.” “Neyse ne. Hayatımda yaptığım en güzel kahvaltıydı. Bacak kadar kız biliyor da sen neden bilmezsin bu değişik şeyleri?” Kadın, kaynanaların %90’ında olduğu gibi, gelininden övgüyle bahsedilmesine deli olmuştu. “Hah hay! O mu bacak kadarmış? Ben onun yaşındayken yedinci çocuğumu doğurmuştum ayol. O daha bir oğulcuk veremedi benim aslan evladıma!” “Beceremem deme de, kızcağıza çamur at. Hepiniz mi fitnesiniz bilmem ki…” “Kim beceremezmiş ayol? Eteğimi silkelesem onun gibi kırk tane dökülür.” “Dök bakalım nasıl dökeceksen?” “Sen gör bakalım nasıl yapılırmış kanepe?” O sofra ertesi güne kadar kalkmadı yerinden. Yumurta soğudu, çay buz oldu. Kapılar çarpıldı, gece oldu yataklar ayrıldı… O sabah Seydi Efendi’nin uykusunu güzel bir koku böldü. Mis gibi bir kızartma kokusu… Kalktı, yüzünü bile yıkamadan mutfağa gitti pijamalarıyla. Eşikten şöyle bir baktı. Hanımı, artık tavadan çok bir sacı andıran aletin içinde bir şeyler kızartıyordu. Kanepenin kokusunu asla unutmamıştı. Hâlâ küslerdi ama sırtlarını döndükleri anda ikisinin de yüzüne bir tebessüm yayılmıştı. Tuvalete gitti, elini yüzünü yıkadı, üstünü giydi. Dükkândan eve bilemeye getirdiği tırnak törpüsünü gazeteye sardı. O, bu işleri halledene kadar sofra kurulmuştu. “Kahvaltıya!” diye yarı küs yarı barışık bir ses geldi içeriden. Salona gittiğinde taze çay kokusu etrafı sarmış, bardaklar dolmuştu. İştahla çöktü sofraya; bir dizini kırıp alına aldı ve turna desenli örtüyü üzerine çekti. Karısı da gizli bir keyifle, kaş altından onu seyrediyordu; vereceği tepkiden emindi. Seydi Efendi, “Bismillahirrahmanirrahim!” deyip daldırdı çatalı kanepe tabağına. Çatala gelen çeyrek ekmek büyüklüğündeki kütleyi görünce bütün neşesi kaçtı. Kadıncağız ekmekleri o kadar kalın kesmişti ki ısırmanın mümkünü yoktu. Allah’tan cep telefonu çaldı da didişmeye fırsat bulamadılar. Arayan oğullarıydı. Her Anadolu anasına has bir coşkuyla konuşuyordu kadın oğluyla. “Biz de kahvaltı ediyorduk oğlum. Kurban olurum sana! Yakında olsan da geliversen... (Geliverseniz değil.) Ben de kanepe yaptıydım.” (Kanepe”yi üstüne basarak söyledi.) Bir süre dinledi oğlunun konuşmasını. “He, baban mı? Aha vereyim de konuş.” Yan yan kocasına uzattığı telefonu, adam söker gibi çekti aldı elinden. “Sağ ol oğlum. Bir yaramazlık yok şükür. Var var, kendimize yetiyoruz hamdolsun. He kahvaltı yapıyorduk biz de…” Sonra gözlerini belerterek karısına baktı: “Anan kahvaltıya ekiz yatak yapmış da bize…”
|
|
|
Nermin Gömleksizoğlu
28.9.2011 07:44
Mustafa |
|
|
|
|
HALUK DOĞRAMACI
28.9.2011 12:26
Mustafa kardeş eline sağlık. |
|
|
|
|
çiğdem güllü
28.9.2011 17:30
çok sevdim ya :) eline sağlık
|
|
|
|
|
.. ..
28.9.2011 17:56
Sizin de gözlerinize sağlık dostlarım... |
|
|
|
|
Ekim ...
3.10.2011 18:23
Çok güzel yazmşsın Mustafa Abi.İyi bir anlatımın var.Eline sağlık :) |
|
|
|
|
.. ..
3.10.2011 18:49
Teşekkür ederim. |
|
|
|
|
İbrahim Akçay
13.11.2012 23:55
“Anan kahvaltıya ekiz yatak yapmış da bize…” |
|
|
|
|
Bu Nedir? - En Popüler 100 Yazar
|