@import url(http://www.ozgurroman.com/CuteSoft_Client/CuteEditor/Load.ashx?type=style&file=SyntaxHighlighter.css);
@import url(http://www.ozgurroman.com/CuteSoft_Client/CuteEditor/Load.ashx?type=style&file=SyntaxHighlighter.css);
Gönül Kumsalı
Alışılmadık bir sessizlik kaplı bu diyar, tabiat arasında bir anlaşma var. Belli ki bir hazırlık var uzak diyarlardan gelen bir seyyaha.
Sessizliğin hâkimiyetini sürdürdüğü bu kumsalın rüzgârı, hiçbir kum tanesini kıpırdatmadan, nazlı nazlı esiyordu denizden kumsala. Biri çıt çıkarsa sanki bütün büyü bozulacak, cenuptan kopup gelen hırçın rüzgârla deniz kabarıp kumsalı yutacaktı. Sonrasında ay, kumsalı denizden kurtarmak için kendi otoritesini ortaya koyup ayıracaktı kumsaldan denizi. Ve yine aynı döngü; deniz içindeki kinle kabaracak, hırçın dalgalarıyla kumsalı habire yoklayacak güçsüz anını arayacak. Kargaşa başlayacak ardından akisleri sahibinin bilincinde ortaya çıkacak. Ama şimdilik bir uzlaşma var aralarında. Hepsi gelecek misafirin geçtiği merhaleleri düşündükçe, karşısında büyük bir saygı sessizliği ile eriyordu. Buraya gelmeye hak kazanan kişiyi bekliyordu, tabiat büyülü sessizlikle. O, onları barıştıracak, bir bayrak altında buluşturacak, o zaman uyum sağlanıp mükemmele ulaşılacak… En güzel elbiselerini giydiler üzerlerine. Ay, ayça tuvaletini geçirdi bu geceliğine; deniz karalar bağladı, öldü bir geceliğine kendini feda etti bu gezgine; kumsal kum tanelerinin üzerindeki ezilmemişliğin mağrurluğunu bir kenara koydu, hiç kimse gelmemişti bu diyara önceleri, gururunu atacaktı ayaklar altına artık, oda girecekti muadillerinin arasına, kurbandı canı böyle seyyaha. Ne merhaleler geçip, ne badireler atlatmıştı bu dimağ...
İşte tam da bu sessizliğin arasına düşüverdi seyyah. Nerde olduğu hakkında hiçbir fikri olmadığı, saklamaya çalıştığı mimiklerinin, ben buradayım dercesine kendini ele verişlerinden belliydi. Saygı atmosferinde el pençe duran tabiat onu izlemekteydi. Tüm bunlardan habersizdi seyyah…
Zifiri bir karanlıkla çevrilmiş gök kubbenin ortasındaki bir ışık kaynağının üzerinde hayal perdesi hareket etmekte. Perde çekilince üzerinden, karanlık aydınlandı birden. Seyyah, şaşkın ifadeyle başını göğe kaldırdı. Hilali gördü önce, sonra onun denizdeki izdüşümünü… Karşınsındaki denizi görünce şaşkınlıktan ayaklarını bastığı yeri fark etmediğini hatırladı. Yere doğru çevirdi iki inciyi. Parmak aralarına doluşan kum tanelerini görünce anladı önündeki boylu boyunca kumsalı… İçindeki ürperti nerde olduğunu anlayınca kayboldu, ne de olsa alışkındı böyle yalnızlıklara. Sessizliğin kucağı onun yatağıydı zaten. Neden gelmişti buraya, nasıl gelmişti hiç bilmiyordu. Ağır adımlarla yürüdü kumsalın dokunulmamış bağrında. Kumsal bu sihirli dokunuşların heyecanıyla bıraktı gururu, daha da bağlandı seyyahın ayağına. Rüzgâr… Rüzgâr ise, ne kadar da tatlı esiyordu üşütmeye korkarcasına...
Seyyah, adımlarını rüzgârla uydurarak atıyordu. Aheste aheste… Hiç acelesi yoktu tadını çıkarmalıydı buraların. Ne de olsa bir seyyahtı bilinmeyeni arardı hep bir macera, keşifti amacı… Ayağına takılan birkaç taşla irkildi seyyah, eğildi. İncecik kum taneciklerinin üstünü eliyle eşeledi ve ulaştı onlara. Bunlar, yıllarca peşinde olduğu taşlardı. Seyyahın işi en güzel taşları iplere dizip kolye yapmaktı. Bu değerli taşları yıllardır arıyordu. Onlar için gözyaşları mı dökmemişti, uykusuz mu kalmamıştı, günlerce ruh gibi dolaşmamış mıydı uğrunda? Bir tanesini buldu işte bu oydu ve diğeri eşi… Ardından diğerleri. Ne kadar da şanslıydı seyyah, eğer bu rüya ise hiç bitmesin istiyordu. Bu taşlar başka hangi diyarda vardı ki? Yıllarca onları aramış aramış bir türlü bulamamıştı. Ceplerine doldurduğu nadide taşlar sanki kolye yapılmak için yaratılmışlardı. Seyyah, onları bir kuyumcu titizliği ile toplarken denize ne kadar yaklaştığını fark edememişti. Deniz, yeni yeni başlamıştı seyyahın ayağını gıdıklamaya, zaten seste çıkarmıyordu. İstanbul’da kayaları parçalamak istercesine kayalara vuran deniz, burada sus pustu. Bu taşların oluşumunda büyük katkıları vardı bu denizin. Şekillerini o vermişti onlara yıllar boyunca. Alabildiğine engindi, sonunu göremiyordu seyyah bu denizin…
Davudi bir sesle irkildi, masa başındaki kişi. Dışarıdan geliyordu bu ses, minareden. Zaman ne kadar da hızlı geçmişti. Elini koyduğu sol yanağı karşısındaki küçük aynadan gördüğüne göre alabildiğine kırmızıydı. Elinde hala kalemi vardı, önünde ise onun sevgilisi kâğıt. Uyku, kâğıtla kalemin buluşmalarının arasına girmişti. Yoksa kalem düşer miydi kâğıdının koynundan… Sadece iki inci haricinde içi kanla kaplı gözlerini ovuşturdu adam. Kolundaki saate bakınca akrebi bıraktığı yerde göremedi. Akrep bazen kaçıyordu yelkovandan, bazen kovalıyordu. O da bu kovalamacayı durdurmak için pimi çekmişti. Saatini durdurmuştu çünkü görmek istemiyordu zamanın akışını. Ama çokta sağlam olmayan pim olması gereken yere girmiş kovalamacaya da kaldığı yerden devam etmişti. İki adım ileri gidebilmişti akrep yelkovan ise tam da onu yakalamıştı işte…
Uyku âlemine geçmeden önceki düşüncelerini hatırlamaya çalışıyordu adam. Zihnindeki her bir taşın altına bakıp onları arıyordu… İşte şimdi buldu. Kelimeler ve onların birleşmesi… Bu kelimeler ayrı her kelimeden, gözyaşı ile yetiştirilmiş bunların her biri. Bunlar kuyumcu titizliği ile seçilmesi lazımdı. Seçildikten sonra bir bir dökülürdü ağızdan zaten. Müthiş bir uyumla bir araya geliverirlerdi. Onda öyle olmasa da, böyle olmasını isterdi aslında. Bakınca tarihe gördü o kutup yıldızlarını, onların aydınlattığı yolda ilerlemeye çalışıyordu kendince. Ardından rüyası geldi aklına, bir seyyahtı rüyasında. Diyar diyar gezip nadide taşlar arayan bir seyyah… Gökyüzünde ona yol gösteren, dünyanın pervanesi vardı. Yolunu o aydınlatıyor, âlemi onunla görüyordu. Bir kumsalda buluyordu, hiçbir yerde olmayan sadece burada saklanan taşları. Hepsini büyük bir titizlikle inceleyip öyle atıyordu heybesine. Sonradan fark ettiği deniz, yıllar yılı şekillendirmişti bu taşları. Neyi işaret ediyordu tüm bunlar diye geçirdi aklından, sonrasında döküldü şunlar ağzından:
Gönül kumsalı, kelimelerin meskeni
Sen ise, bir kuyumcu seyyahı
Bunların peşinde yıllar yılı
Denizin, göz pınarların
Ay, ise senin yol göstericin
İşte! O taşlar ise
Gözyaşı sağanağı ile yıkanır, bu denizde
Buralardan toplanır
Dizilir, dizilir…
Cümle kolyesi, bu taşların sihriyle
Meydana getirilir
Adam, şaşkındı. Bu kelimeler birden dökülüvermişti zihin çağlayanından. Bunca çaba, bunca gözyaşı, uykusuzluk hepsine değmişti bu duydukları. O zaman keşfetti gönül kumsalını. Yolculuklar artık hep bu yönde, gönül kumsalına doğru olmaya başladı. Önceden kimsesizliği ile kükreyen kumsalın tabiatı artık sahibine kavuştu.
Küçükken hep bir mahlas arardı bu adam. Bir tanesi vardı ki onu öyle çok severdi... Ama kendini buna yakıştıramaz, onun ağırlığında ezileceğini hissederdi. İnsanların güleceğini, sen mi diye alaycı bir ifadeyle bakacaklarını düşünürdü yıllar yılı. Haklılardı, çünkü bilmiyordu gönül kumsalını.
Aylar birbirini kovaladı, adam en güzel kolyeleri ardı ardına sıraladı. Sundu insanlara pervasızca. Eskiden beğenilmeyeceğine dair olan korkuları yoktu yerinde artık. Çünkü hepsi, gönül kumsalından toplanmıştı bu taşların. İnsanlar ona kendileri demeye başladı bu mahlası. KELAMBAZ olmuştu artık yeni adı…
(07/08 Mayıs,2011)